FİNCANCI YAZISI MÜNASEBETİ İLE
Çatışma Ölümlerinde Otopsi Zorunluluk
Çatışmada öldürülenlerin kırsal alanda gömülmesini değerlendiren Prof. Dr. Fincancı, Mutlaka otopsi gerekiyor. Merkezde ve adli tıp uzmanlarınca yapılmalı. Türkiye AİHM'de mahkum olabilir; İHD'den Alataş, Şüpheli ölümler nasıl ortaya çıkacak dedi.
BİA Haber Merkezi – İstanbul 18 Nisan 2006, Salı
Hükümet, operasyonlarda öldürülen PKK militanlarının cenazelerini öldürüldükleri yerde gömme uygulamasına ilk olarak Şırnak'ta başladı.
Ancak, bianet'in görüştüğü Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, bu uygulamanın uluslararası hukukun ihlali olduğunu, Türkiye'nin bu nedenle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) mahkum olabileceğini söyledi.
İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Başkanı Yusuf Alataş da, uygulamanın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (AİHS) aykırı olmasının yanı sıra, "Ülkenin bütünlüğüne vurulabilecek en büyük darbelerden biri olduğunu" söyledi.
İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı'nın eski başkanı Fincancı, çatışmalardaki her ölümde mutlaka otopsi yapılması gerektiğini belirtti.
"Kişi çatışmada mı öldürüldü, kaçarken mi vuruldu, yakalandıktan sonra işkencede mi öldü gibi soruların yanıtı ancak otopsiyle bulunabilir. Uluslararası çatışma-kurallarının ihlali söz konusuysa, bu ancak otopsiyle açığa çıkabilir."
http://www.info-turk.be/332.htm
13.11.2007 SIRADAN BİR HABER: “Şırnak’ta teröristlerle güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmada 1.’i üsteğmen 4 asker şehit oldu.”
TTB ve DİĞER KİTLE ÖRGÜTLERİ NEDEN AB
TTB, diğer meslek Örgütlerimiz ve demokratik kitle örgütleri yıllarca Şebnem Fincancı gibi düşünmekte veya farklı düşünüyorsa da MHP’li, ırkçı, militarist, faşist ve Kemalist gibi bilinmekten korktukları için fikirlerini gizleyerek kendilerini bu şekilde ifade etmeye çalışmaktadırlar. Bu şekilde ABD ve AB emperyalizminin devşirdiği ve etkilediği kişiler gibi düşünmeye alışan kişiler çevrelerine kendilerinin modern ve medeni olduklarını da göstermiş olurlar.
Emperyalizm sadece özelleştirme yöntemi ile Türkiye’nin bütün kamu iktisadi teşekküllerini, madenlerini, bankalarını, topraklarını, basın ve medyasını, üniversitelerini ele geçirmemiş insanların düşüncelerini de egemenliği altına almıştır. Önder ve etkili konumdaki bir çok kişi ve bir çok üniversite öğretim üyeleri, AB’den gönderilen fon adı altında verilen paralarla devşirilmişlerdir. Biz bu tip üniversitelerde görevli devşirilmiş öğretim üyelerine Erasmus Profesörü diyoruz. Daha önce yabancı devlet ve kuruluşlardan para alarak onların memurluğunu yapan kişilere “ajan, etki ajanı veya casus” denmekteydi. Vatana ihanetin suç olmaktan çıkarılmasında olduğu gibi yapancı devletlerden para almak ve onların hesabına çalışmak ta suç olmaktan çıkmıştır. Bu şekilde para almak ve çalışmak geçerli mevzuata göre meşru gözükmektedir. Bir cezası yoktur. “Ayrıca siz para almazsanız başkası bu paraları alır ve çalışır; ya da bu paralar geri gider; yazık değil mi?.” Demektedirler. Bu mantıkla halkımızın ne yazık ki ulusalcı, bağımsızlıkçı, AB karşıtı ve devrimci bildiği bir takım çevreler de böyle para almayı meşru, savunulabilir ve onurlu bir davranış olarak görmüşler ve savunmuşlardır. (ADD, ÇYDD gibi.)
TTB gibi kitle örgütleri ve diğer örgüt ve sendikaların yöneticileri kendilerinin insan hakları, AB ve medeniyeti savunmalarına rağmen, mevcut iktidarların insan haklarını ve medeniyeti savunmadıklarını, ırkçılık ve milliyetçilik yaptıklarını ve PKK ve diğer bölücü ve terörist örgütlerle mücadele ettiğini ve savaştığını iddi etmekte ve kendilerinin faşist devlete karşı sivil demokratik bir muhalefet yaptıklarını savunmaktadırlar. Bu mantıkla TTB ve diğer kitle örgütleri, açıkça bölücü terör örgütü PKK’yı savundukları gibi diğer alanlarda da AB projelerine destek çıkmaktadırlar. TTB kongreleri tıbbi konuların tartışıldığı kongreler olacağına bölücü örgütün propagandasının yapıldığı kongrelere dönüşmüştür. Bu duruma tabip odalarımız ve hekim kitlemizden hiçbir tepki gelmemiştir. Çünkü tepki gösterirlerse ırkçı, şoven ve MHP’li gibi tanınacaklarından korkmaktadırlar.
Bu tabloda gözden kaçan bir durum vardır. AB ve ABD emperyalistleri demokratik kitle örgütleri, sendika ve meslek örgütlerini, üniversite öğretim üyelerini devşirdiği ve kendisine memur yaptığı gibi, siyasi partileri, hükümetleri ve devletin diğer kuruluşlarını çok daha önceden devşirmiş ve emri altına almıştır. Türkiye hükümetleri, devleti ve diğer kurumları da aynen bu kitle örgütleri yöneticileri ve Erasmus Profesörleri gibi dışarıdan gelen emir ve talimatlarla yönetilmektedir. Mecliste hangi yasaların çıkarılacağı ve hangi reform ve düzenlemelerin yapılacağı (uyuma yasaları, AB müktesebatı gibi) bu ülkelerde hazırlanmakta ve bizim meclisimize sadece bunları onaylamak kalmaktadır. TBBM, -daha girmeden :) -bir nevi Avrupa Parlamentosu’na dönüşmüştür. Artık kendi iradesi ile kanun yapamamaktadır. Atanmış kişilerden oluşan AB konseyinden gelen kanun ve emirleri onaylamaktadır. AB’de de parlamentonun yasa yapma ve yürütme üzerinde hiçbir yetkisi yoktur. Atanmışlardan oluşan AB Konseyinin önüne getirdiği belgeleri onaylama merciidir. Göstermelik bir parlamentodur. Ülkenin ekonomisi Gümrük Birliği ve İMF ile dışarıya bağlanmıştır. Bütçeyi onlar yapmaktadır. Ya da onların istediği gibi yapacağımızı bir niyet mektubu ile sanki kendi irademizle yapmış gibi onlara sunmaktayız. Şüphesiz bu niyet mektuplarının virgülleri dahi onlar tarafından yazılmaktadır. Hukukumuz AB İnsan hakları mahkemesi ile onların kontrolüne girmiştir. TC hükümeti ve siyasi partileri de aynen devşirilen kitle örgütleri yöneticileri ve üniversite öğretim üyeleri gibi kendilerine verilen görevleri yapmaktadır.
Sadece devşirilen kişilerin değil toplumun bilinci ve düşünce yapısı da bozulmuştur. Şizofrenide olduğu gibi gerçeklik algılaması kalmamıştır. Yukarıdaki gerçeğin aksine onlar farklı siyasi partileri desteklediklerini sanmaktadırlar. Bu partilerin bir kısmı CHP, DSP gibi sol partilerdir, veya MHP gibi milliyetçi partilerdir, ya da AKP, DY, ANAP gibi merkez veya liberal partilerdir. CHP ve DSP’yi savunan ve oy veren kitleler bu partilerin Atatürkçü, bağımsızlıkçı, ABD ve AB’ye kısmen karşı, laik ve ulusalcı olduğunu sanmaktadırlar. MHP’yi savunan ve oy veren kitleler de bu partinin milliyetçi, PKK’ya karşı, ulusalcı bir parti olduğunu sanmaktadır. Toplum kitle örgütlerinde olduğu gibi partilere de kendi inancına göre bir sıfat yüklemiştir. Toplum açısından bu partilerin gerçek durumları, AB ve ABD için neler yaptıkları, nereden yönetildikleri önemli değildir. Bütün partilerin Türkiye aleyhine icraatları sayılamayacak kadar çoktur. Biz burada partilerin bu davranışlarını bazı kilit örneklerle açıklayalım:
Herkes MHP’yi milliyetçi, Kürtçülüğe ve PKK’ya karşı olarak bilinir. Halbuki MHP önce kuvvetli bir AB taraftarı partidir. AB’nin bütün projelerini ve kararlarını savunmuş ve kendisinden bu mayanda istenilen görevleri yerine getirmiştir. Kürtçülük AB’ciliğin olmazsa olmaz bir kuralıdır.
İdam cezası ve Öcalan’ın idam cezası MHP tarafından kaldırılmıştır. AKP’ ye iktidar yolunu açacak bir erkem seçime gidilmesi için idam cezasının kaldırılmasına razı olmuş ve bu yasanın meclise gelmesine sebep olmuştur. Meclisten bu yasanın silme çoğunlukla çıkacağı açıktı ve nitekim öyle olmuştur. Görüldüğü gibi idam cezasına sadece TTB karşı çıkmamaktadır. MHP daha fazlasını yapmış, Apo’nun kellesini kurtarmıştır.
MHP ne kendisinden önce ne de daha sonra AB parlamentosu tarafından alınan kararlara karşı çıkmamıştır. Bu kararlarda Ermeni soykırımının kabul edilmesi, Kıbrıs’ın Rumlara verilmesi, Dicle Fırat arası bölgenin egemenliğinin devredilmesi, Türk hükümetinin PKK önderleri ile masaya oturması, İstanbul’da egemen Ortodoks din devletinin kurulması da vardır. MHP Türk halkının Hıristiyanlaştırma faaliyetlerine olanak veren misyonerlik faaliyetlerinin serbestleştirilmesine de karşı çıkmamaktadır. Bütün bunlar AB taraftarlığının gereğidir. Eleştirileri olabilir. Neticeye bakmak gerekir.
MHP, Türkçü ve milliyetçi olarak bilinen ABD ve bazı AB ülkelerinin Irak’a yaptığı saldırı, işgal ve soykırıma ses çıkarmadığı gibi Telafer’deki soydaşlarımızın ABD jetlerince acımasızca bombalanarak katledilmesine de ses çıkarmamıştır. Bir AB ve ABD partisi olan MHP, sadece PKK projelerini desteklemesi bir yana Türk düşmanlığı konusunda da TTB ve diğer kitle örgütü ve sendikalarından daha geride değildir. Bütün AB proje ve taleplerini savunmaktadır. Sadece tabanı ve karşıtları MHP’yi böyle milliyetçi ve kısmen ulusalcı bir parti sanmaktadır. Kısaca TTB yöneticileri veya onlara muhalif bazı kişilerin MHP’li gibi görünmekten korkmaları anlamsızdır. Çünkü bu parti yönetimi de kendileri gibi düşünmektedir.
Kemal Derviş olayı konusunda partilerin ve halkın tutum ve davranışları: Emperyalistler her dediklerini yapsa ve kendisine sadakatle hizmet etse dahi bazen rolleri değiştirebilir ve kendisine körü körüne de olsa bağlı olan hükümetleri de bozabilir. Vefa ve minnet duygusu yoktur. Çıkarılan yapay krizlerle ve dolaplarla kendi kurdurduğu bir hükümeti devirip bir diğerini iktidara geçirerek bu arada kendi çıkarlarına büyük ve toplu tavizleri elde ederler. ABD bu şekilde oluşturduğu bir kriz sonucunda Kemal Derviş’i Türkiye’ye göndermiştir. Ecevit ve başkanlığındaki hükümet büyük ve ulu bir kişi olan K. Derviş’in ABD tarafından görevlendirilmediğini kendilerinin onu çağırdığını söyleyerek bu onursuz durumdan kendisini kurtarmaya çalışırken, dostları olan ABD yöneticileri K. Derviş’i kendilerinin gönderdiğini ve görevlendirdiklerini ve söyleyerek onu yalancı çıkarmışlardır. Kemal Derviş daha gelmeden sözüm ona emrine gireceği TC Hükümeti ve meclisine emir vererek Türkiye aleyhine 15 yasanın kendisi gelmeden çıkarılmasını yoksa gelmeyeceğini söyleyerek tehdit etmiştir. Bu krizin en büyük mükafatı bu yasaların bu hızda çıkarılmasıdır. Hükümet ve meclis K. Derviş’in emrini harfiyen yerine getirmiş ve hükümet hacı bekler gibi O’nu beklemiştir. O gelmeden bütçeyi yapamamıştır. Burada bundan daha önemli bir ayrıntı daha vardır. Bu şekilde bir ABD vatandaşı atanma yolu ile TC hükümetine bakan yapılmış ve Türkiye’de sadece Bahçeli ve Yılmaz değil Cumhurbaşkanlığı ve diğer devlet makamları da bu duruma karşı çıkmamıştır. Türkiye’de bundan başka Yugoslavya’’dan ve SSCB’den çıkarılan devletlerde olduğu gibi ABD vatandaşı kişiler başbakanlık, bakanlık yapabilmektedir. Bundan da rahatsızlık duyan yoktur. (Burada Siyasi Partiler Kanununun 79 uncu maddesinin (c) bendini tekrar okumakta yarar vardır) İşin daha komik tarafı yalanarak yalvararak getirilen K. Derviş Ecevit’e de sadık kalmamış ve bu kişi bu özellikleri bilinerek CHP ve Baykal yönetimi tarafından havada kapışılmıştır. Şuurunu kaybeden bir kısım seçmen de solculuk, Atatürkçülük, laiklik ve ulusalcılık adı altında bu partiye ve K. Derviş’e oy vermiştir.
Tahkim yasası ve Dünya Ticaret Örgütü ile imzalanan bağımsızlığımızı tehlikeye sokan bir çok yasa ve anlaşma da B. Ecevit tarafından imzalanmıştır.
Bölücü ve terörist partilerin kapatılmasının engellenmesi yolu ile PKK’ya serbest siyaset yapma imkânını ve bu şekilde bu örgütün yasal kanadı ile bir çok belediyede iktidar olmasını ve meclise girmesini sağlayan da gene Bahçeli-Yılmaz ve Ecevit hükümetidir. Bugün bir çok kişi meclisteki bu parti mensuplarını ve davranışlarını eleştirirken bunlara bu imkânı kimin sağladığını söylemekten özellikle kaçınmaktadır.
Solcu ve milliyetçi partiler de kendi iktidarları döneminde bir ABD projesi olan Kuzey Irakta kurulan Kukla Kürt devletinin kurulmasına ve buna imkan sağlayan Çekiç Güce destek vermiştir.
Türkiye hükümetleri ve devleti “İkiz İhanet Yasaları” dediğimiz yasaları da kabul ederek Türkiye devletinin parçalanması için gerekli olan mevzuatı da kabul etmişlerdir. Bu şekilde bir parti veya grubun TC’ni parçalaması da suç olmaktan çıkmıştır. PKK ve meclisteki partisini bu nedenle bölücülük nedeniyle kapatmak artık mümkün değildir. Kendilerini “Memleketi bölmek suç değil; siz bunu zaten anlaşmalarla da kabul ettiniz ve bu hakkı bize tanıdınız. Biz yasal hakkımızı kullanıyoruz. ” Deseler kim ne diyebilir. Arazi (TC) imara (parçalanmaya) açılmış olup sıra parselasyona kalmıştır. Bu anlaşmayı sözde Atatürkçü (Bu nasıl Atatürkçülük? Vahdettinci desek daha mı doğru olur acaba) CHP de firesiz imzalamıştır. Meclis dışındaki bahsettiğimiz diğer partiler de ses çıkarmamışlardır. Kısaca Türkiye Cumhuriyetinin parçalanması veya AB projesi adı altında sindirilmesi ve öğütülmesi, Türkiye’de kukla bir Kürt ve Ermeni devleti kurulması, Kıbrıs’ın verilmesi devlet kurumları ve siyasi partilerce desteklenen bir proje’dir. Onlar da aynı dava için çalışmaktadırlar.
Yönetimde olanlar AB organlarında ve papa heykeli dibinde verilen bütün görev ve kararları kabul ettikleri halde, halka durumu farklı göstermek istemektedirler. Aslında onlar, her zaman halka kendilerini farklı da göstermeye çalışmıyorlar. Görüşlerini açıkça söylüyorlar; fakat halk bunların başka bir şeyi söylediğini sanıyor veya onların sözlerini kendi görmek istediği gibi yorumluyor. Halkımız bu olayları her gece izlediği TV dizileri kadar önemsemiyor.
TBMM’de AB ve ABD’ye karşı tek bir milletvekili yoktur. Daha ilginci daha önce de olmamıştır.
Devşirilen bazı aydın ve kitle örgütü yöneticileri gibi siyasi partiler ve hükümetler de ABD ve AB’nin emrindedir. Hatta patronu (ABD, AB) referans alırsak bunların Barzani, Talabani ve Irak ve Afganistan’daki diğer kuklalarla aynı partiden, dost ve kardeş olduklarını da söyleyebiliriz. Burada bir çelişki yoktur.
Bugün hükümetler her gün artan PKK terörü ve gelen cenazeler karşısında çok aciz bir durumda olup tek çare olarak saldırıları bitirmeleri için PKK’nın meclisteki temsilcilerine yalvarmakta; onları yeminlerine sadık olmaya davet etmekte veya silahı bırakarak mücadelelerini mecliste ve siyasi olarak vermelerini istemektedir. Gelinen durum budur.
Türkiye’de solculuk, ulusalcılık, laiklik gibi kavramlar da anlam değiştirmiştir.
SOLCULUK olması gerektiği gibi emperyalizm ve kapitalizm karşıtlığı, tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, halkın egemen olması gibi özelliklerini kaybetmiştir. Bugün kendisini solcu kabul eden partiler ve kişiler –ki Kemal Derviş de kendisini solcu olarak tanımlamaktaydı- ABD ve AB tarafından kendilerine verilen görevleri yapmayı, egemenliğin AB’ye devrini, Kürtçülük yapmayı, Ermeni soykırımı iddialarını kabul etmeyi, Kıbrıs’ın Rumlara verilmesini, emperyalist ve kapitalistlerin çıkarlarını ve egemenliğini savunmayı solculuk olarak kabul etmektedirler. Solcuların rahatsız olduğu bir kavram daha vardır: “Türklük.” Dünyadaki herhangi bir şahıs İngiliz, Rus, Yunanlı, Rum, Ermeni, Alman olabilir. Fakat Türk olamaz. Çünkü onlara göre Türk diye bir millet yoktur. Bir İngiliz’in ben İngiliz’im, Almanın Almanım demesi ırkçılık, milliyetçilik ve şovenizm değildir; fakat bir Türkün “ben Türküm” demesi ırkçılık, şovenizm ve milliyetçiliktir. Zaten emperyalist devletler Türk kelimesini hiç sevmemekte ve TC’ni hiçbir zaman içlerine sindirememektedir.
Türkiye’de sadece kitle örgütleri değil devlet ve hükümetler de ulusalcı değildir. AB bilindiği gibi bir devlet projesidir. AB, çekirdeğini bazı emperyalist ülkelerin daha doğrusu bu devletleri de yöneten oligarşinin yönettiği demokratik olmayan, bir sömürgeci bir devlet projesidir. Böyle bir devletin üyesi olmak demek üye olan devletin bağımsız bir devlet olma durumunun ortadan kalkması demektir. AB kontrolüne girince Türk bayrağı da inecektir.
LAİKLİK: Türkiye’de solcu, Atatürkçü ve bir dereceye kadar ulusalcı görünen veya halk veya karşıtları tarafından öyle kabul edilen siyasi partiler bağımsızlık dahil Kemalizm’in bütün ilkelerinden artık vazgeçmişlerdir. Fakat bunlar durmadan sadece “laiklik” konusunda fırtınalar koparmaktadırlar. “Laiklik” elden gitmektedir. Her şey elden gitmiş fakat ille de laiklik çok önemlidir. Bunların anladığı laiklik anlayışı bildiğimiz laiklik anlayışı değildir. Bunlar laikliği emperyalistlerini istediği şekilde İslamiyet karşıtlığı ve Müslümanlığa düşmanlık olarak algılamaktadır. Bunlar AB’ye girmeye de karşı değildirler. Çünkü AB laik ve medenidir.
Fakat girmeye çalıştıkları AB, laik ülkeler topluluğu değildir. AB anayasası Hıristiyanlığı ve kilisenin egemenliğini kabul ettiği gibi, Fransa hariç tutulacak olursa hiçbir AB ülkesinin kendi anayasası laik değildir. AB’ye girilecek olursa aleni olarak ezan okunamayacak ve diğer dini gelenekler uygulanamayacaktır. Meselâ, açıkta kurban kesilemeyecektir. Bu laik olduğunu söyleyen kesimler TC sınırları içinde Ortodoks bir Hıristiyan din devletinin kurulmasından rahatsız olmamaktadır. Bunlar İran’ı radikal dinci bir devlet gibi kabul etmekle birlikte daha radikal ve aynı zamanda ırkçı İsrail’den rahatsız olmamakta ve bu devleti laik bir devlet gibi kabul etmektedirler. Bu kesim ABD’nin “Haçlı seferi” olarak ilan ettiği Müslüman ülkeleri işgal ve saldırısını radikal dincilere ve İslamcı teröristlere karşı medeni ve laik bir müdahale gibi görmektedirler. Onların anladığı laiklik: dinlerin buluşması, kardeşliği; bu çerçevede Türk halkının Hıristiyanlaştırılması, Hıristiyan misyonerlik faaliyetlerinin desteklenmesi, her grup ve toplumun kendi dinini ve inancını yaşamasıdır. Bu kesim Hıristiyanlık ve Musevilik söz konusu olduğu zaman laikliği düşünmemekte ve savunmamaktadır. Zaten AB ve ABD tarafından Orta Doğu’da ABD ve İsrail’e karşı savaşan herkes radikal islâmcı ve terörist olarak kabul edilmektedir. Türkiye’de bütün siyasi partiler ve demokratik kitle örgütlerinin görüşü de budur. Ulusalcı görünen bazı gruplar da dinci olduğu için İran’ı radikal İslâmcı ve terörist devlet olarak kabul etmektedir. Hatta Bedri Baykam gibi bazıları İran’ı esas tehlike gibi göstermektedir. İslâmiyet, kapitalizm-emperyalizm gibi bir ekonomik sistem değildir. Müslüman toplumlar ve devletler ABD ve AB tarafından acımasızca sömürülen, işgal edilen ve parçalanan ülkelerdir. Bugün aynen Türkiye’de Türk olmak ve Türküm demek nasıl anti emperyalist bir duruşsa, Türkiye ve diğer Müslüman ülkelerde “müslümanım demek ve Müslümanlık” anti emperyalist bir duruştur. Batı nasıl Hıristiyanı, musevisi, dinsizi ile top yekûn kendisini “Yahudi ve Hıristiyan” olarak kabul ediyorsa (bütün AB liderleri, AB’nin Judeo-Christian zeminde kurulduğunu belirtmektedirlersözde laik AB taraftarları bu judeo-hırıstiyanlıktan rahasız olmuyor-), Türkiye’de inanan -inanmayan, Müslüman olan ve olmayan herkes, eğer AB ve ABD’nin saldırganlığı ve işgaline ve yaptıklarına karşı çıkıyorsa artık “Müslüman” olmak durumundadır. Artık ne müslümanlık ne de hristiyanlık sadece bir inanç sistemi değildir. Dinlerin işlevi de ekonomik sistemlere göre değişmektedir. Nitekim dinci, Müslüman gibi algılanan ve kabul edilen partilerin de AB’nin Yahudi ve Hıristiyan değerlerini kabul ettikleri görülmektedir. Emperyalizmle uzlaşırsanız onun dini ile de uzlaşmanız ve size önerdiği yeni Müslümanlığı (“Judeo-Christian”- ılımlı Müslümanlık) da kabul etmeniz kaçınılmazdır. Başka türlü Müslüman ülkelere ve Türk halkına ABD’nin saldırısını neden desteklediğinizi savunamazsınız. Onlar, misyonerlik faaliyetlerini serbest hale getirmiş ve haçlı saldırganların Müslüman Irak’a saldırması için elinden gelen yardımı yapmış ve yapmaktadır. Artık yahudi ve hıristiyanlarla birlikte ibadet ediyorlar.
Bülent Ecevit her ortamda ABD’nin ve Vatikan’ın emrindeki Fethullah Gülen’i savunarak laik olabilmektedir(?). B. Ecevit kendisi gibi emperyalistlerin hizmetinde olan Vahdettin’in de hain olmadığını savunabilmektedir. Esasen vatana hainlik suç olmaktan çıkarıldığı için bu yasaya göre her ikisi de zaten artık hain olamazlar.
Bülent Ecevit ve Erdal İnönü vefat ettiğinde bir çok kişi arkasından kanlı göz yaşları dökmüştür. TV’de konuşan bir vatandaş Atatürk’ten sonra en büyük liderin Ecevit olduğunu söylüyor. Halkımız ya Ecevit’i, İnönü’yü (her iki İnönü) bilmiyor ya da Atatürk’ü bilmiyor…Bu tür kişilerin arkasından ağlamayı ve kanlı gözyaşı akıtmayı Atatürkçülük sanıyor.
Türklüğe de aynı açıdan yaklaşmak gerekiyor. Bugün Türk olmak, İranlı olmak, Filistinli olmak, Iraklı olmak anti emperyalist olmak demektir. Emperyalizmin beşinci kolu veya kuklası-askeri olmak kimseye bir itibar kazandırmaz. Esasen diğer etnik gruplar gibi gerçekten Türk olan kendi aralarında da bir çok etnik gruba bölünmüş olan Türkiye Kürtlerinin de bu oyunu görerek AB ve ABD’nin kuklası ve askeri olmayı reddetmeleri gerekir. Dünyada tek bir etnik gruba veya ırka dayanan birdevlet mevcut değildir. Tıpkı Müslümanlık gibi bugün Türklük veya Türk olmak da artık anti emperyalizmdir. Çünkü AB’nin emrinde olanlar şu anda Türklüğe küfretmeyi ve aşağılamayı suç olmaktan çıkarmaya çalışmaktadırlar (Ceza Yasasının 301. maddesinin değiştirilmesi). Devşirilenler de kendileri Türk değil dünya vatandaşı, AB vatandaşı gibi görmektedir.
Peki bu kitle örgütlerinde hiç gerçek Müslüman ve ulusalcı kişiler yok mudur?
Kitle örgütlerinde bulunan ve kendisini “ulusalcı” olarak ifade eden kişiler de çoğu zaman ırkçı, faşist, şoven, sağcı ve MHP’li gibi görünmemek için, ister istemez bu devşirme gurupların arkasından gitmekte veya benzer görüşleri –nihai olarak- savunmaktadırlar. Bu nedenle bir siyasi akım haline gelememişlerdir ve onları kitle örgütlerinde etkin olarak görememekteyiz. Diğer Müslüman kesim de İslâmiyet’le hiçbir ilgisi olmayan Hıristiyan rahibe kıyafeti olan türban’ı savunacağım veya türbana karşı çıkarsam Müslüman gibi görünemem diyerek başka bir açıdan AB ve ABD’ci grupları desteklemek zorunda kalmaktadırlar.
TTB ve dolayısı ile Türk hekimlerinin büyük çoğunluğu bir emperyalist proje olan “sağlıkta dönüşüm projesi” karşısında sessiz kalmıştır. Bazı uygulamalarına muhalefet ediyor gibi görünerek projenin rahatça uygulamasına imkan verdikleri gibi, diğer AB ve ABD projelerini de desteklemişlerdir. Hekim kitlesinin gerçek durumu algılayamaması ve ilgisizliği nedeniyle TTB de diğer meslek örgütleri gibi tamamen Kürtçü, AB’ci ve “hepimiz Ermeniyiz” diyen kişilerin eline geçmiş gibi görünmektedir. Burada en büyük sorumluluk bu örgütlerin üyelerindedir. Tabip Odaları üyeleri de bu gerçeği görerek bulundukları makamı ve kimin değirmenine su taşıdıklarını gözden geçirmek zorundadır. Halkımıza, aydınlara ve hekimlere düşen en önemli görev –ister titreyerek, ister titremeyerek olsun- kendine gelmek, gönüllü olarak kendilerinin devşirilmesine karşı çıkmaktır. Aksi takdirde her gün değişmeyen şehit haberleri ile birlikte Şebnem Fincancı gibi kişilerin bizi rahatsız eden ve aşağılayan bu tür konuşmalarını daha çok duyarız.
13.11.2007
1 yorum:
People should read this.
Yorum Gönder