ÜLKEMİZDE ANA SAĞLIK SORUNU SAĞLIĞA AYRILAN PARANIN AZLIĞI MIDIR?*

ÜLKEMİZDE ANA SAĞLIK SORUNU SAĞLIĞA AYRILAN PARANIN AZLIĞI MIDIR?*

Prof . Dr. Hasan Yazıcı’nın 1 Şubat 2008 tarihinde CBT ekinde yayınlanan “Tam Gün Çalışmada Yanlışlar ve Tıp Fakülteleri İçin Öneriler” başlıklı yazısı “ülkemizde ana sağlık sorunu sağlığa ayrılan paranın azlığıdır” cümlesi ile başlamaktadır. Bu görüş sadece Dr. Hasan Yazıcı’ya ait değildir. TTB, Sağlık Bakanları ve farklı siyasi parti yetkililerinin akıllarına “sağlık” ve sağlık sistemi denince bundan başka bir şey gelmemektedir. Aslında bu basmakalıp ifade yerine şu da söylenebilirdi: “Sağlık ticaretinden para kazananların tek sorunu ceplerine giren paranın azlığı mıdır?”
Sağlık alanı ve hizmetine ilişkin olarak gerek Sağlıkta Dönüşüm Projesi ve TTB olmak üzere sağlık siyaseti ve sağlık hizmetlerinin işleyişine yönelik olarak görüş ve eleştirilerimi başta hekim forumu olmak üzere daha önce bazı düzlemlerde ifade etmeye çalışmıştım. Türkiye’de sağlık sistemi eleştiri ve görüşleri dünyanın diğer ülkelerinden farklı olarak yukarıdakine benzer birkaç basmakalıp ifadenin dışına çıkamamaktadır. Ayrıca konu ile ilgili görüş ve eleştirilerde bulunanlar dünyada nelerin döndüğüne ve nelerin tartışıldığına bakmamaktadırlar.
Türkiye’de 2003 yılından bu yana iktidardaki parti tarafından sağlık ve sigortacılık piyasasında ABD küreselleşme stratejisinin bir unsuru olarak “Sağlıkta Dönüşüm Projesi” ismi verilen bir projenin uygulanmasına başlanmıştır. Proje tasarlandığı gibi adım adım yürütülürken ne hikmetse gene kimse bu projeyi eleştirmemekte ve karşı çıkmamaktadır. Karşı çıkılan tek konu “parasal kazançların ve kârların azlığı”, “fatura paralarının zamanında ödenmemesi” ve kaybolan kazanılmış bazı özlük haklarının korunması noktalarında kalmaktadır. Bu konuları muhalefet olsun diye sayfalarına taşıyan basın organları da sadece bazı kişilerin keselerine giren paranın azlığı veya çokluğu çerçevesinde dönen bu tartışmaları ülkemizin temel ve vahim sağlık sorunları diyerek halka sunmakta ve onları aldatmaktadır.
Sağlıkta Dönüşüm Projesi’ni bir peri masalı seyreder gibi seyredenlere ilk olarak Michael Moore’un “Sicko” (Hasta) olarak piyasaya sürülen filmini seyretmelerini önermekle başlayabilirim. Bu filimde, herkesin yanlış bilgilendirme ve koşullanmadan dolayı derin bir hayranlık duyduğu “modern” sağlık sisteminin bir eleştirisi vardır. “Modern kelimesi” fenni, bilimsel, en doğru ve iyi bir sağlık sisteminden çok, uluslar arası ilaç ve tıp kartelinin anlayışı doğrultusunda sadece fahiş kârlar elde etmek için uygulanan sağlık piyasası ve sağlık ticaretini ifade etmek için kullanılan bir ifadedir. ABD ve emperyalist ülkeler nasıl başka ülkeleri sömürgeleştirme ve işgal projelerini, soykırımlarını modernleştirme, demokrasi ve insan hakları olarak sunuyorsa, sağlık ve diğer birçok alandaki emperyalist projeler de “modern tıp”, modern sağlık sistemi”, “reform”, “proje” gibi esas amacı gizleyen ambalajlarla piyasaya sürmektedir.
Dr. Hasan Yazıcı’nın yazısında hareketle giriş cümlesi, tıp fakültelerinde verilen eğitim ve hizmet, tam gün yasasının neler getirip getirmeyeceği konuları olmak üzere birçok başlık tartışılabilir. Bugün üniversitelerin bilimsel bir kurum olmaktan çıktığı, diğer ülke sorunları konusunda olduğu gibi, sağlık alanında da bir çözüm getirme ve araştırma yapmaktan uzak olduğunu görmekteyiz. Doğma ve basmakalıp görüşlerin eleştirildiği kurumlar olması gereken üniversiteler insanların tek boyutlu hale getirildiği, hiçbir şeyi düşünmediği ve tartışmadığı, hatta bilimin dışlandığı kurumlara dönüşmüştür. Bu gün üniversitelerimizde bir emperyalist proje olan AB mandacılığını ve AB projelerini savunan Erasmus Profesörleri”nden geçilmemektedir. Her üniversitemizde AB projelerini yürütmek ve üniversitelerimizi AB’ye bağlamak için AB uyum birimleri görev yapmaktadır. Bu da bilim ve medenileşme olarak pazarlanmaktadır. Üniversitelerimiz, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kurumu olmaktan çok AB’nin bir kurumu gibi hareket etmektedir. En son “türban”la ilgili gelişmeleri de “türban AB’ye girmemizi ve bütünleşmemizi engeller” diye eleştirmektedirler. Ortada eleştirilecek tartışılacak tonlarca sorun varken bütün sorunlar görmezden gelinmektedir.

TÜRKİYE’DE SAĞLIK SEKTÖRÜNÜ İLGİLENDİREN TEMEL SORUNLAR NELERDİR

1. Sağlık alanının (hizmetlerinin) sağlık piyasasına dönüşmesi ve sağlık tesislerinin uluslar arası tıp ve ilaç kartelinin ilaç, malzeme, ürün ve teknolojilerinin pazarlandığı alışveriş merkezlerine dönüşmüştür.
2. Temel sağlık hedefinin sağlıklı bir toplum sağlamaktan çok sağlık tesislerine başvuran, ilaç, malzeme ve teknoloji kullanan kişi ve hasta sayılarını arttırmak olarak belirlenmiştir. Sağlık hizmetlerinde verimlilik sağlık tesislerine başvuran, tetkik ve tedavi yaptıran, ameliyat olan, ilaç ve malzeme kullanan kişi sayılarını ve dolayısı ile bu ticaretten elde edilen kazancın arttırılması olarak tanımlanmaktadır. Her türlü sağlık kuruluşu (Üniversite, Devlet ve özel hastaneler) artık tamamen kâr ve gelirlerini arttıracak bir işletme olarak çalıştırılmaktadır. Bunun sonucunda sağlık piyasası büyümektedir.
3. Sağlık ve sigortacılık alanında tam bir özelleştirme ve sağlık piyasasının uluslar arası kartelin şirketlerine devredilmesi söz konusudur.
4. Sağlıkta Dönüşüm ile devlet sağlık alanından tamamen çekilecek ve sağlık hizmeti vermeyecektir.
5. Bir ticari işletmeye dönüştürülen sağlık tesislerinde artık hekimler en üst yönetici (başhekim) olamayacaktır.
6. Sağlık ocakları da kapatılarak özelleştirme modası uyarında “özel aile hekimliği” muayenehanelerine dönüşecektir. Sağlık piyasası tamamen özel ve ticari olmak üzere tekrar tasarlanmıştır.
7. SSK Hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devri ile kör topal devam eden kamucu sağlık sistemi tamamen çökertilmiştir. Sosyal güvenlik kuruluşları sadece ödeme yapan geri ödeme kuruluşlarına dönüşmüştür.
8. Hekimlere hastane gelirlerini arttırdığı oranda fazla ücret vermeye dayanan hatalı performans anlayışı ve her türlü teşvikle hastaneler tetkik, tedavi ve girişimlerle hasta sayılarını arttırmaktadırlar. Hastanelere yaptıkları işleri abartma imkânlarından başka hâyâli ihracatta olduğu gibi yapılmayan işleri de fatura etme ve bu şekilde sosyal güvenlik kuruluşlarından kaynak hortumlamamaları imkânı sağlanmıştır. Fatura denetimlerini engellemek için yasal olan ve olmayan her türlü tedbir alınmış olup, yapılan işlerin belgelenmesi engellenmiştir. Sosyal Güvenlik Kuruluşları verilen hizmetlerin uygunluğu, gerekliliği bir yana gerçekten verilip verilmediğini dahi denetleyememektedir.
9. Genel Sağlık Sigortası bazı sağlık hizmetlerinde katkı sağlayan bir fona dönüşmekte ve sağlık hizmetleri giderek daha pahalı paralı hale gelmektedir. Sağlıkta hem devletin hem de kişilerin “sağlıkları için” yaptıkları harcamaları arttırmaları hedeflenmektedir. Sosyal Güvenlik Yasası ile sağlık harcamalarında sigortanın katkısı üçte bir seviyesine düşürülecektir. Katkı payları ve özel sigorta yaptırma mecburiyeti halkın cebinden daha fazla sağlık harcaması yapmasına yol açacaktır.
10. Sağlık piyasasının genişlemesi ve büyümesi için hem sağlıklı hem de hasta olan kişilerde yapılan gereksiz, yararsız ve zararlı (iatrojenik) tıbbi tahlil, muayene, kontrol, yatırılma, tedavi ve girişimler artmaktadır. Sağlık alanına yapılan harcamalar gerçek bir sağlık hizmetinden çok bu gereksiz, yararsız ve çoğunlukla iatrojenik (çoğunlukla hekimin yaptığı gereksiz iş ve tedaviye bağlı) sorunları ve ölümleri arttırmaktadır. Yani fazla para toplumu daha sağlıksız yapmaya hizmet etmektedir. Ülkemizde ABD ve kartel tıp anlayışının uygulandığı diğer ülkelerde olduğu gibi gereksiz ameliyatlar temel bir sağlık sorunu teşkil etmektedir. Bu gereksiz ameliyat ve girişimler tamamen bir vahşi kapitalizm anlayışında uygulanmaktadır. Bu durumdan kimse rahatsız değildir.
11. Sağlık tesislerinde uluslar arası tıp kartelinin kazancını arttıracak şekilde piyasaya sürülen gerçek anlamda hastalık ve sağlık sorunları ile ilgisi bulunmayan birçok uyduruk hastalık ve uyduruk tedavileri pazarlanmaktadır. İlaç kullanan ve sağlık tesislerine başvuran kişilerin büyük bir çoğunluğu gerçek anlamda hasta olanlardan çok bu tür uyduruk hastalık ve ilaçları kullanmak için sağlık tesislerine başvuran “müşterilere” dönüşmüştür.
12. Toplumun büyük kesimi başta kemik erimesi, osteoporoz, menopoz, yaşlanma gibi uyduruk gerekçelerle düzenli ve devamlı olarak kartelin pahalı ilaçlarının devamlı tüketicisine dönüştürülmüştür. Birçok insan günde 5-15 ilaç tüketmeye başlamıştır. Sağlıklı bir kişinin devamlı ilaç kullanmaya ve tıbbi teknoloji tüketmesine gerek yoktur.
13. Patent yasaları ile uluslar arası tıp kartelinin ürün ve ilaçlarının iç piyasada tekel olması ve istenildiği fiyattan satılması sağlanmıştır. Gene bu amaçla zaten iç piyasaya ilaç satışı engellenmiş olan SSK ilaç fabrikaları ve yerli aşı üretim tesisleri kapatılmıştır. Yerli ilaç sanayisi de yok edilme noktasına getirilmiştir.
14. İç piyasa tamamen uluslar arası tıp kartelinin ürettiği cihaz, malzeme ve ürüne açılmıştır. Her biri için uyduruk kullanım gerekçesi ve yeri belirlenen bu ürünler kontrolsüz bir şekilde Türkiye’ye girmekte ve kullandırılmaktadır. Piyasanın temel işleyiş mantığına uygun olarak her ürün hemen geniş bir kullanım alanı bulmaktadır. Hemen hepsi belli komisyonlarla satılan bu ürünlerde en pahalı olanların komisyonları ve kazançları daha fazla olmaktadır. Yapılan ameliyat ve girişimlerin çoğu bir hastalıktan çok sırf bu tür ilaç ve malzemelerin kullanılması için yapılmaktadır. Kişiler keselerinden de önemli harcamalar yaparak bu gereksiz cihaz ve malzemeleri kullanmakta ve bundan ayrıca sağlık yönünden zarar da görmektedir.
15. ABD Hastalıkları Koruma Merkezi’nin çalışmalarına göre etkisiz olduğu anlaşılan grip aşıları dâhil, aşı ile tedavi ve koruma gerekmeyen ve gerçek bir sağlık sorunu olmayan birçok aşı (Rota virüs, pnömokok, serviks kanseri aşısı gibi) birçok aşı kullanıma sürülmekte ve kitlesel ve devamlı kullanım alışkanlıkları yaratılmaktadır. Kartelin emrindeki bilim adamları ordusu bu aşı ve ürünlerin ne kadar etkili, yararlı ve gerekli olduğu konusunda tek taraflı birçok yayın yapmaktadır.
16. Halkın hayatı tamamen tıbbileştirilmiştir. Uluslar arası tıp ve ilaç kartelinin tıbbi malzeme, cihaz, ilaç ve teknoloji kullanılması siyasetine uygun olarak TV, basın ve internet gibi medya organlarında sayıları giderek artan oranda yapılan sağlık programları ile halk bu hatalı sağlık anlayışı ve ürün kullanımı konularında koşullandırılmaktadır.
17. Kötü tıbbi uygulamalar ve iatrojenik sorunlar nedeni ile gelişen hastalık ve sorunlarda hastane ve işletmelerin mesuliyeti ortadan kaldırılarak sorunlar hasta ve hekim arasında bir ilişki seviyesine getirilmiştir. Hasta hakları sorunu bilgilendirme ve bir tüketici hakları sorunu olarak algılanmaktadır. Oluşturulan yeni anlayış uyarınca bir yandan kötü tıbbi uygulamalar artarken diğer taraftan da hasta ve hekimler arasındaki şikâyet ve davalar artmaktadır.
18. Sakat sağlık sisteminin sadece bir çalışanı olan hekimlerle hastalar arasındaki sürtüşme ve güvensizlik artmaktadır. Hekimlere karşı yapılan ve adam öldürmeye kadar giden saldırılar giderek artmaktadır.
19. Devlet Hastaneleri’nde bazı bölümler özelleştirilerek hastanelerin buralardan hizmet alması özendirilmekte ve bu özel bölümlere hasta sevki için hekimlere baskı yapılmaktadır. Benzer uygulama özel hastanelerde de vardır. Bazı bölümler Türkiye’nin birçok bölümünde şubeleri bulunan şirketlere kiralanmaktadır. Bu şirketler aynı zamanda kendi bölümlerinde kullanılan ilaç ve malzemeleri de ithal etmektedirler.
20. ABD’de olduğu gibi sağlık hizmetleri hem kötü hem de giderek daha pahalı bir hale dönüşmektedir. Hastane paralarını ödeyemediği için hapse giren ve kendilerine haciz gelen kişi sayısı giderek artmaktadır.


Kabaca yukarıdaki ana başlıklarla ifade ettiğim sağlık sorunları alt başlıklarla daha da arttırılabilir. Görüldüğü gibi sağlık ve sigorta sistemimiz bütünüyle telafisi imkânsız bir çöküşe doğru gitmektedir. Ülkemizin tek sağlık sorunu “sağlığa ayrılan paranın az olması” değildir. Sağlığa ayrılan para giderek artmaktadır. Fakat artan para toplumun sağlığını düzeltmek ve geliştirmek bir yana hastalıklı ve sağlıksız bir toplum yaratmaya yaramaktadır. Sağlığa ayrılan paraların nerelere gittiğinin de artık iyice araştırılması ve denetlenmesi gerekmektedir. Ülkemizdeki sağlık kuruluşları giderek daha da artan oranda insanlara zarar veren kuruluşlar haline dönüşmektedir. Sağlık kuruluşları halka yabancılaşmaktadır.

Aşağıdaki grafikte 2004 yılı için bölgelere göre ilaç satışları oranları verilmektedir. Tablonun incelenmesi ile Dünyada en fazla ilaç satışının Kuzey Amerika’da olduğu görülmektedir. Bunu Avrupa bölgesi izlemektedir. Uluslar arası tıp ve ilaç kartelinin “sağlığa çok az para ayrılıyor”, “sağlıkta eşitsizlikleri giderelim”, “100 bin kişiye düşen hastane ve hekim sayısı çok az” gibi siyaset ve sloganlarının ardındaki gerçek budur. Bütün dünyada herkesin hayatı tıbbileşmeli; insanlar kuzey Amerika veya ABD’de olduğu kadar ilaç tüketmeli; “ilaç kullanmayan kişi kalmaması için ülke genelinde her yerde ve bol miktarda sağlık tesisi açılmalıdır.” İnsanlar fazla ilaç tüketmezse medeni olamazlar! Onun için devletin ve kişilerin sağlık harcamaları artmalıdır. Sağlık tesislerinde sağlık hizmeti adı altında verilen hizmetlerde insan sağlığına hiçbir katkı sağlamayan ve sadece uluslar arası tıp ve ilaç kartelinin ürünlerini tüketmekten öte bir anlam taşımayan gereksiz ve zararlı işlem ve tedaviler çıkarıldığı zaman sağlık giderlerinin son derece azalacağı görülecektir. Uluslar arası kartel kazancını arttırmak için her gün yeni ve daha pahalı ürün ve teknolojileri piyasaya sürmektedir. Piyasaya sürülen her ürünü kartelin yalanlarına inanarak kullanmaya veya kullandırmaya başladığımızda insanlar ilaç parası ödemekten karınlarını bile doyuramaz hale geleceklerdir.

http://www.imshealth.com/ims/portal/front/articleC/0,2777,6025_71234024_71234053,00.html

Bölgelere göre ilaç satışları, 2004
Dünya Pazarı 2004 satışları US doları milyar $ Dünya satışları yüzdesi % Yıldan yıla büyüme yüzdesi (sabit ) %
Kuzey Amerika 248 $ 47.8 % %7.8
Avrupa (AB) 144 27.8 5.7
Avrupa (AB dışı) 9 1.8 12.4
Japonya 58 11.1 1.5
Asya (Japonya hariç) 40 7.7 13.0
Latin Amerika 19 3.8 13.4
Toplam (IMS araştırmasına göre) 518 $ % 100 % 7.1

TAM GÜN UYGULAMASI AÇISINDAN ÜNİVERSİTELERİN SORUNLARI

“Tam gün çalışma” sorununu ele aldığımızda bu meselenin de üniversite, bilim ve bilim çalışması ile bir ilgisinin olmadığını sorunun tamamen ekonomik çıkarlar açısından gündeme geldiğini görebiliriz. Çünkü diğer hastanelerde olduğu gibi üniversite hastaneleri de tamamen para kazanmaya odaklanmış ticari işletmeler olarak çalıştırılmaktadır. Buralarda çalışan hekim öğretim üyelerinin de amacı neticede para kazanmaktır. Dışarıda muayenehanesi olmayan hekimin içeride muayenesi vardır. Devlet hastanelerinde verilen performans komisyonunun aksine tam gün çalışan hekim öğretim üyeleri maaşlarına ek olarak muayene ettikleri hastalardan kendi hesaplarına kesilen paraları almaktadırlar. Fakat burada alınan paranın neticede bir sınırı vardır. Bu nedenle aynı işi daha çok ve yüksek fiyatla yapma kapasiteleri olan öğretim üyelerinin bu şartlarda çalışması kazançlarının azalması demektir. Bunlar Dr. Hasan Yazıcı’nın bahsettiği gibi maaşlarından bir kısmının kesilmesini göze alarak dışarıda (piyasada) çalışmaktadırlar. Tam gün çalışanlarla yarım gün çalışan hocalar arasında hasta bakımı, eğitim ve araştırma etkinlikleri arasında bir fark” yoktur. Ülkemizde bir zamanlar sağlık alanında en büyük sorun ve yolsuzluk “hekimlerin hastalarından para almaları” idi. Diğer taraftan hastadan para almayan hekime de iyi bir hekim gözü ile bakılmazdı. Çünkü iyi hekim olsaydı yaptığı işi parasız yapmazdı! Bu ön yargı nedeniyle tam gün çalışmayan hocaların hastadan para almadıkları, yarım gün veya muayenehanesi olan hocaların yaptıkları iş için hastalardan para aldıkları gibi yorumlanmaktadır. Hastadan para aldıkları için bunlar kötüdür. Hâlbuki tam gün çalışan da yarım gün çalışan da hastadan para almaktadır. Sadece alınan paranın miktarı değişiktir. Dışarıda çalışan hekim ayrıca vergi vermekte, muayene işletmekte ve muayenesinin su, elektrik gibi giderlerini de cebinden ödemektedir. Bu açıdan baktığımızda bunların devlete daha az yük olduklarını bile söyleyebiliriz. Bu tartışmanın halkı ilgilendiren bir yönü yoktur. Çünkü her ikisi de hekimlik uygulamalarını uluslar arası kartelin belirlediği şekilde yapmak zorundadır. Siyasi iktidar sağlık alanında her şeyi paralı ve ticari hale getirmesine rağmen muayenehanede çalışmayı yasaklayarak halka daha şirin görünmeyi hedeflemektedir. Devlet hastanelerinde olduğu gibi hastaneye kazandırdığı oranda kâr payı vermeyi hedefleyerek öğretim üyesi hekimlere de bir yandan kazandırırken diğer yandan onların sırtından kazanmayı da hedeflemektedir.


* Prof . Dr. Hasan Yazıcı: Tam Gün Çalışmada Yanlışlar ve Tıp Fakülteleri İçin Öneriler. CBT (1 Şubat 2008), 1089:20

5.2.2008

AKP SİYASETLERİNİ ELEŞTİRİYOR GÖRÜNEREK AKP’NİN SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROGRAMINA NASIL SAHİP ÇIKILIR?

AKP SİYASETLERİNİ ELEŞTİRİYOR GÖRÜNEREK AKP’NİN SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROGRAMINA NASIL SAHİP ÇIKILIR?

(Sağlıkta Sahte Cennet)

Zaman zaman AKP’nin bazı siyasetlerinden zarar gören menfaat gruplarının şikâyetleri basında ve bazı siyasi hareketlerde destek bulmaktadır. Bu destek AKP karşıtı, toplumcu ve halkçı bir muhalefet gibi algılanmakta veya gösterilmektedir. Basın ve siyasi hareketler bu grupları destekleyerek iyi bir iş veya sıkı muhalefet yaptıklarını zannetmektedirler. Ticari bir süreçle ilgili olarak alınan karardan daima kârlı ve zararlı çıkan gruplar vardır ve olacaktır. Bu ve benzeri süreçlerde orta yerde nelerin döndüğünü bilmeyen siyasi gruplar ister istemez bu menfaat gruplarının oyuncağı olmakta hem halkı hem de kendilerini destekleyen kişileri yanıltmaktadırlar. Bu durum özellikle Sağlıkta Dönüşüm Programı ve bu programın uygulanmasında alınan kararlar ve uygulanan siyasetler için böyledir.
Sağlıkta Dönüşüm Programı konusunda ne yaptığını bilen ve bir siyaseti bulunan tek siyasi hareket AKP’dir. Oligarşinin diğer partileri de bu projeyi geçmişte olduğu gibi bu günde desteklemektedirler. Bu projeye karşı halkı temsil ettiğini söyleyen ulusalcı, yarı-ulusalcı veya sol grupların bu programa karşı halkçı ve ulusalcı bir siyasetleri yoktur. Bu programa açık bir şekilde karşı çıkmayan bu gruplar bazı uygulamaları destekleyerek veya bazılarına karşı çıkarak siyaset ve muhalefet yaptıklarını zannetmektedirler. Hatta projede ulusalcı yönler bile bulabilmektedirler. Bu gruplar Dünya ve Türkiye genelinde sağlık ticaretinin nasıl işlediğini algılayamamakta ve anlayamamaktadırlar. Esasında bu küreselleşmenin ve küreselleşme adı altında piyasaya sürülen sömürgeci projelerin de tam olarak algılanamadığı anlamına gelmektedir.
Yukarıdaki açıklamalar temelinde bu konu ile ilgili örnek bir haberi olduğu gibi inceleyelim:
Sağlık Uygulama Tebliği Kriz Yarattı
Sağlıkta Sahte cennetin sonu göründü -Meral Ergene’nin yazısı (Aydınlık Dergisi, 13.Ocak 2008,Sayı:1069:52-53)
Sağlık Bakanlığı’na bağlı Sosyal Güvenlik Kurumu’nun hastaların ilaç ve tıbbi malzemesini hastanelerin temin etmesini öngören tebliği uygulanamadı.1Ocak 2008’de yürürlüğe giren Sağlık Uygulama Tebliği üniversite hastanelerini krize soktu. Birçok hastane, malzeme ve ilaç alamadığı için hasta kabul etmemeye başladı. Özellikle, beyin cerrahi ve ortopedi servisleri, hayati önem taşıyor olmasına rağmen, protez cihazı gerektiren ameliyatları durdurdu. Kriz zincirleme işliyor. Hastanelerin para sıkıntısı çekmesinin temel nedeni sosyal güvenlik kurumlarından paralarını tahsil edememesi. Para sıkıntısı çeken hastaneler malzeme ve ilaç temin edemiyor. Etseler bile ihale ücretini depolara ödeyemiyor. Eczane depoları ise alacaklarını tahsil edemedikleri gerekçesiyle hastanelerin açtığı ihalelere katılmıyor. Olan hastalara oluyor. Üniversite hastanelerinin kapısından geri dönen hasta özel hastanelere gitmek zorunda kalıyor. Parası olan tedavi oluyor.

*Sosyal Güvenlik Kurumu Sağlık Bakanlığına değil Çalışma Bakanlığına bağlı.
*Özellikle ortopedi ve beyin cerrahi servisleri bu nedenle (malzemeler nedeniyle) ameliyatları durdurmuş.
*Parası olan hastalar özel merkezlere gidiyor..
*Sosyal Güvenlik kurumu hastanelerin parasını ödemiyor:
*Alacaklarını alamayan depolar bu nedenle malzeme ihalelerine katılmıyor ve mallarını satmıyor.

Yukarıdaki habere göre bütün Türkiye’de tıbbi cihaz ve malzeme satışlarının durması gerekir. Çünkü özel, devlet ve üniversite hastaneleri kullandıkları malzeme ve cihazları temin etmek zorunda. Fakat sadece üniversite hastaneleri bu konuda zorlanıyor. Haberi okuyan bu konuda üniversite hastanelerine diğerlerinden farklı bir uygulama olduğunu sanabilir.

Sosyal Güvenlik Kurumu’nun Sağlık uygulama tebliğinden alıntı:

25 Mayıs 2007 CUMA - Mükerrer Resmî Gazete Sayı : 26532

SOSYAL GÜVENLİK KURUMU SAĞLIK UYGULAMA TEBLİĞİ

Sağlık kurumları tıbbi malzemeleri, Kurumun ve Sağlık Bakanlığının Bilgi Bankasına kayıt edilmiş ve onaylanmış tıbbi cihaz üretici ve ithalatçı firmalarının onaylı ürünlerinden temin edeceklerdir.

Kurum ile sözleşmeli resmi sağlık kurumları, temin ettikleri tıbbi malzemeler için 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 19 uncu, 20 nci, 21 inci ve 22 nci maddesinde belirtilen ihale usulleri ve doğrudan temin alımları da dahil olmak üzere yaptıkları alımların; ihale kayıt numarası (İKN), onaylanmış ürünün numarası (tıbbi malzemenin barkodu), KDV hariç alış fiyatı, adet, tarih, hastane kodu ve firma bilgisi vb. bilgileri Kamu İhale Kurumu İhale Sonuç Formu Ekranına eksiksiz girmek zorundadırlar.

Bu tebliği okuduğumuz zaman ister istemez bu işte ne var; ne iyi hasta ve sahipleri artık cihaz ve malzeme alımı ile uğraşmayacaklar ve bu işlerle mağdur edilmeyecekler diye düşünüyorsunuz. Tabii anlaşılmayan bir takım durumlar da olabilir. Şüphesiz hastaneler kullanacakları bütün malzemeleri alıp depolamayacaklar. Firmalarla ihale yapacaklar ve gereken malzeme ihale fiyatları üzerinden gerektiğinde firmadan temin edilecek ve parası da Sosyal Güvenlik Kurumundan tahsil edilecek. Ayrıca bu firmalarla ihale yapmak zor değil. Böyle ihale bir günde yapılabilir. Çünkü Sosyal Güvenlik Kurumları eskiden bu tür ihaleleri kısa sürede yapabilmekteydi. SSK döneminde de SSK bir çok malzemeyi merkezden yapılan toplu ihale ile almaktaydı. Yani kimse hastanelerden kullanacakları bütün malzeme ve cihazları bir kalemde alıp bütün paralarını malzeme ve cihaza yatırmalarını istemiyor. SGK hastanelere aldırdıkları bu cihaz ve malzemeler için ayrıca bir kâr da ödemekte. Yani bu uygulamadan hastanelerin uğrayacağı bir zarar da söz konusu değil.
O halde üniversite hastaneleri veya bazı diğer hastaneler tıbbi cihaz ve malzemeleri neden ihale ile temin etmek istemiyor? Bunun halkın aleyhine olan tarafı ne? AKP bu şekilde bir uygulama ile hastalara ve üniversitelere nasıl kazık atıyor?


Bu sorunun ve cevaplarının Sağlıkta Dönüşüm ilgisini ve bu konuda bir tavır koymanın ve görüş belirtmenin kimin hesabına olduğunu yorumlamak için Sağlıkta Dönüşüm’ün ne olduğunu bir kere daha hatırlamakta yarar var.
ABD’nin kuruluşundan beri bütün Dünya üzerinde egemen olmak ve sömürmek için proje ve siyasetleri vardı. Dünya Ticaret Örgütü, İMF, Dünya Bankası, Dünya Sağlık Örgütü gibi bazı örgütlerin de bu amaca yönelik olarak kurulduğu isimlerinden de bellidir. ABD Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra bu dünyanın geri kalan bölümüne tam olarak el koyma siyasetinin adını gene demokratikleştirme, medenileştirme, kalkındırma gibi ifadelerle süsleyerek sömürgeleştirme ifadesini de dünyanın yuvarlak olmasından dolayı küreselleşme olarak ifade etmek suretiyle daha kolay yutulur bir hale sokmuştur. Bu vesile ile dünyanın bir kere daha yuvarlak olduğunu öğrenen zavallılar “dünya küreselleşiyor” diyerek bu emperyalist projeyi yerli yersiz desteklemeye başlamışlardır. Küreselleşmenin temel siyaseti bütün ulus devletleri tasfiye etmektir. Bunun için devletlerin veya devlet içinde şahısların ellerinde olan ve devleti devlet yapan, toprak, maden yer altı ve yer üstü kaynakları, sanayi ve endüstri tesisleri dahil her şeyin özelleştirilerek yabancı şirketlere peşkeş çekilerek devredilmektedir. Ulusal hukuk ve mevzuat da uyum adı altında emperyalist güçlerin mevzuatı ile yer değiştirmektedir. Ulus devletlerin bayrakları bu süreçte futbol takımı bayrağı gibi anlamsız bezlere dönüşecek ve komünizmin ulaşmak istediği devleti yok etme amacına farklı bir yerden ulaşılmış olacaktır. Bu siyaseti destekleyen eski komünistler de “ne iyi işte bu tam bizim istediğimiz şey!” de diyebilirler. Bu şekilde dünya üzerinde tam kölelik düzeni yerleştirilmiş olacaktır.
Türkiye’de hiçbir siyasi akımın ve partinin karşı çıkmadığı ve açıkça veya örtülü bir şekilde desteklediği “Sağlıkta Dönüşüm” Projesi yukarıda anlatılan siyasetin sağlık alanında uygulamasıdır. Bu uygulama ile ülke içindeki sağlıkla ilgili bütün unsurların özelleştirme ve peşkeş ile uluslar arası sağlık karteline terk edilmesi ve bu alanda da devletin yok edilmesi hedeflenmektedir.
Her şeyden önce Sağlıkta Dönüşüm projesi milli bir Türkiye projesi değildir. Küreselleşme siyasetinin bir parçası olarak bütün dünyada DTÖ, DSÖ, İMF ve Dünya Bankası vasıtası ile yürütülen ve desteklenen bir projedir. Bu proje ile bütün Dünya’da sağlık piyasası aynen ABD’de olduğu gibi yapılmış olacaktır. Yapılan bütün işler buna yöneliktir.

Peki hükümetler iki yüzlü mü? Başka bir siyaset izliyor gibi görünerek bunları gizli gizli mi yapıyorlar?
Hayır! Gerek AKP ve gerekse daha önceden diğer partilerin getirdikleri projelerde bu hedefler açık açık belirtmektedirler. Sağlıkta Dönüşüm Projesi kitapçığında sağlık ve sigortacılık piyasasının tamamen özelleştirilerek uluslar arası kartele açılarak terk edileceği; devletin sağlık alanından tamamen çekileceği, iç piyasanın tamamen uluslar arası tıbbi ve biyomedikal ürünlere tek edileceği, başka ürünlerin iç piyasaya girmesi ve satılabilmesinin lisans ve patent anlaşmaları ile engelleneceği, sağlık ocaklarının kapatılarak “özel aile hekimleri” vasıtası ile özelleştirileceği ve daha bir çok husus açık bir şekilde yazılmış ve çizilmiştir. Bu projede “sağlık hizmeti”nin adı “sağlık piyasası”; hasta, müşteri olmuştur. Uygulandığı diğer ülkelerde ve hatta ABD’de bile bu projeye geniş halk kitleleri karşı çıktığı halde Türkiye’de “solcu ve ulusalcı yönü olan partiler dahi bu projeye karşı çıkmamış, ya açıktan ya da örtülü olarak desteklemişlerdir. Projeyi destekleyen kesimleri Atatürk’ün Büyük Nutku’nda olduğu gibi “kendi menfaatlerini uluslar arası tıbbi kartelin menfaatleri ve siyasi çıkarları ile birleştiren” yerli ortakları ve menfaat grupları olarak isimlendirmek yanlış olmayacaktır.
Çünkü projeye muhalefet kapitalizmin temel işleyişi olan kâr paylaşımı veya “kazan-kazan” veya “ben yiyorum sen de tat “siyaseti ile yürütülmektedir. Piyasaya bol ürün ve para şırıngası ile ve sağlık ticaretinde görev alan herkese bu arada özellikle hekimlere performans adı altında “kâr payı” dağıtılması ile projeye muhalefet engellenmiştir.
Çok hızlı bir şekilde sürdürülen proje ile uzun zamandır muhasarada bulunan ve düşürülmeye çalışılan SSK sağlık teşkilatları ve ilaç fabrikası kapatılmış veya Sağlık Bakanlığı’na devredilmiş, bütün hastaneler ticari şirket olarak işletilmeye başlamıştır. Bu süreçte sigortacılık hedefi ve anlayışı da değişerek, tamamen artması ve genişlemesi hedeflenen bu sağlık piyasasında yapılacak harcamalara hazır kaynak bulmak olarak ifade edebileceğimiz bir pazarlamacılık unsuruna dönüşmüştür. Sağlık piyasasının daha da büyümesi ile devletin ve kişilerin kendi keselerinden yapacakları sağlık harcamaları da artacaktır. Artan harcamalarla GSS giderek bir katkı payına dönüşecek ve kalan harcamaların karşılanabilmesi için özel sigortacılık ve katkı paylarının ödenmesi gündeme gelecektir. Toplumca zaten tüketilmesine alışkanlık kazandırılmış olan gereksiz, yararsız ve hatta zararlı olan vitamin, ağrı kesiciler ve etkisizliği ortaya çıkan öksürük şuruplarının ödemeleri sigorta kapsamından çıkarılırken toplanan paraların yeni icat edilen hastalık, aşı ve tedavilerin kullanılması için harcanması esastır.

Kısaca sağlık piyasası tamamen kullanılan ilaç, tıbbi malzeme, teknoloji, cihaz ve malzemelerin satış ve tüketilmesini sağlamak , devam ettirmek ve bu ticareti garanti altına almak amacı ile yönetilmektedir. Daha da anlaşılır bir şekilde söylersek sağlık kuruluşları artık hastalık ve hastaları tedavi etmek için değil bu piyasada kullanılan ürünlerin satışlarına aracılık etmeleri için kullanılmaktadır. Şunu da unutmamak gerekir ki bu proje ile sistemin işleyişinde rol alan her kesimin kazanç ve kârları artmıştır.
Düşülen bir yanılgı da sınıflar üstü bir tıp bilimi ve sağlık uygulaması olduğunun sanılmasıdır. Hastalıkların ve tedavilerinin gelişmesi ile ilgili bir tıp bilimi olmuştur. Fakat bu bilim kısa bir sürede uluslararası tıp kartelinin kontrolüne ve emrine girmiştir. Bundan sonra bilimin ne olduğu, nasıl üretileceği, üretilen ve geliştirilen ürünlerin nasıl piyasaya sürülüp kullandırılacağı, buna göre tıp, eczacılık gibi bilimlerin nasıl öğretileceği kartel tarafından belirlenmektedir. Bugün sadece ürün, malzeme ve ilaç kullanmak üzere bir çok tıbbi durum ve hastalık icat edilmiştir (Menopoz, kemik erimesi, kolesterol, ayak titretme hastalığı, lipid düşürücü tedaviler, vitamin, mineral ve beslenme destek ürünleri gibi.) Ayrıca bazı hastalıkların tedavisinde kullanılabilen ve yararlı olabilen bazı ilaç ve ürünlerin kullanımı yaygınlaştırılarak hemen her hasta ve kişide kullandırılması ve tükettirilmesi suretiyle ilaçların kullanım alanlarının genişletilmiştir. Yüksek kan basıncı ve şeker hastalığı tanım ve tedavi şemalarında değişiklikler yaparak ilaç kullanan hasta sayılarının arttırılmıştır. Her hastada antibiyotik, serum, vitamin, beslenme desteği, tetkik ve tanı yöntemlerinin kullanılması, herkesi kalp hastası veya kanserli kabul ederek bu hastalıklara ait tetkiklerin düzenli yapılması, giderek sayısı arttırılan aşılama programları gibi yöntemlerle ilaç ve tıbbi teknoloji kullanımı alanları genişletilmektedir.
Kartelin bir firması dün piyasaya sürdüğü aynı amaçla kullanılan diğer ilaçlardan daha pahalı bir ürün veya ilacı kısa bir süre içinde varsayılan olarak bütün ülkede tükettirebilme ve kullandırabilme gücüne sahiptir. Hiç kimse daha önce bu gibi durumlarda hastalara ne oluyordu diye sormamaktadır.
Piyasada hasta veya tıbbi sorunu olmayan kişilerde uygulanan tıbbi uygulama ve girişimleri bir yana bırakalım. Hasta olan bir kişide tanı ve tedavi amacı ile yapılan, yapılması uygun, gerekli, yararlı ve etkili olan ve bir de uygun olmayan ilgisiz, gereksiz, yararsız ve neticede zararlı olan girişim, işlem ve tedaviler vardır. Bu ikinci gruba da “gerekli bir tedavi ve girişimde yapılan gereksiz girişim ve tedaviler” diyebiliriz. Belirli bir hastalık ve tıbbi sorunun tedavisinde dahi yapılan işlemlerin önemli bir kısmı işte bu gereksiz ve zararlı işlemlerden oluşmaktadır. Belli bir hastalığın tedavi edildiği durumlarda bile piyasanın etkisi ile bu gereksiz işlem, tetkik, girişim ve tedavilerin oranı giderek artmaktadır.
Sağlıkta Dönüşüm projesi ile hem hastalık veya tıbbi bir sorun olmaksızın yapılan hem de altta bir hastalık veya sorun bulunan kişilerde yapılan gereksiz tetkik, girişim, işlem ve tedavi oranları arttırılarak sağlık piyasası canlandırılmış ve genişletilmiştir. İşte bu nedenle hükümet tarafından sağlık piyasası ülkede ticaretin ve kalkınmanın motor unsuru olarak kabul edilmektedir. Dikkat edilirse bu piyasada yapılan işlemlerin ve tedavilerin uygun kişi ve hastalarda yapılması üzerinde değil, hasta veya sağlıklı herkeste uygulanabilmesi üzerinde durulmaktadır. Hastanelerin yaptıklarını ifade ettikleri her türlü işlemi, tedavi ve girişimi belgeleme ve kanıtlama zorunluluğu yoktur. Bunların uygun gerekçelerle yapılıp yapılmadığı da sorgulanamaz. Hastaneler yaptıkları ve yapmadıkları her kalemi fatura ve dosya özeti ile bildirmektedirler. Sosyal güvenlik kurumları da belgesiz, uygun olup olmadığı, tedavi için gerekli olması bir yana kullanılıp kullanılmadığı, yapılıp yapılmadığı bile belli olmayan ve sorgulanamayan bu kalemlere ait faturaları ödemektedir.
Zaten “kazan- kazan” sistemi ile çalışan sistemde kartelin istemediği türden kayıtsız ve kontrolsüz ticarete izin verilmemektedir. Nitekim bu işim mimarı İMF ve benzeri kurumlar bile bir yandan kendi istedikleri şekilde yapılandırılan ve yönetilen sistemde, sosyal güvenlik açıklarının arttığından, ticaret ve kamu işleyişinde yolsuzluk ve rüşvetin artmasından bahsetmektedir. Karşı siyaset yokluğunda bu rolü oynamak bile onlara düşmektedir.
İşte İMF ve Dünya Bankası müfettişlerinin beğenmedikleri ve karşı çıktıkları nokta bu rüşvet ve kayıt dışı ticarettir. Sosyal Güvenlik Kurumunun eleştirilen tebliği tamamen bu amaca yönelik olup projenin temel çizgisine aykırı bir yönü yoktur.
Şimdiye kadar hastanelerde özellikle protez ve cihaz kullanımının bol olduğu kalp cerrahisi, ortopedi ve beyin cerrahisi bölümlerinde hasta branşa uygun bir teşhisle hastaneye yatırılır ve kabul edilir; kullanılacak malzeme piyasada olan mevcutları arasından özgürce belirlenirdi. Bu malzemeler zaten üretim ve satışına “izin” verilen firmaların malzemeleridir. Bazı alanlarda yabancı şirketlerle mücadele eden ve kendi ürünlerini bunlara göre çok daha ucuza satan ulusal firmalar da vardır. Fakat kazan –kazan ilkesi gereğince “tamamen duygusal olarak” hastane ve hekimler daima en pahalı ve ithal ürün üzerinde yoğunlaşmaktadır. Sosyal Güvenlik Kurumu’nun satış listesinde en ucuzundan en pahalısına kadar bütün ürünler belirlenmiş olup hepsi de bu belirlenen taban fiyatlardan ödenmektedir. Kurum ürün belirleme ve kullanımına da karışmamaktadır. Hasta yatarken veya bir tetkik yapılırken hasta sahibine hemen bir malzeme veya cihazın acilen lâzım olduğu söylenmekte ve hastane içinde beklemekte olan bir firmanın elemanı hasta yakını ile görüştürülmektedir. Hasta yakını çok acil ve hemen gerekli olan bu ürünü değerinin çok üzerinden ve hatta aynı ürün için bir piyasa araştırması dahi yapmadan kendisine söylenen fiyattan almak zorunda kalmakta ve o anda üzerinde para olmadığı için senetle bağlanmaktadır. Bu ürünün gerçekten kullanılıp kullanılmadığı; daha önce alınan ve dezenfekte edilen veya daha ucuz temin edilen bir ürünün bunun yerine kullanılıp kullanılmadığı; veya alınan ürünün daha sonra belli bir fiyattan tekrar satan firmaya dönüp dönmediği gibi durumlar tamamen bu malzemeyi aldıran kişinin vicdanına kalmış bir durumdur. Bugün bir çok cerrahi branş sadece belirli ürün ve malzemelerin kullanılmasına odaklanmış olup sadece bu ürünlerin kullanılması için hasta bulmaya çalışmakta; hastalık aramakta ve neticede bu ürünleri kullanmaktadır.
Bugün bir çok özel hastanenin göz, kulak ortopedi gibi bölümleri bu iş için örgütlenmiş dal şirketleri tarafından işletilmektedir. Devlet hastanelerinde de laboratuar ve rontgen, tomografi ve MR bölümlerinin benzer şekilde özel şirketlere devredildiği ve hastanelerin bunlardan hizmet aldığı bilinmektedir. Kolay anlaşılması için kardiyovasküler ticaretten örnek verelim:
Halkın sağlığına çok önem veren özel merkez insanlarda bulunabilen ve hemen aniden ölüme neden olabilecek kalp hastalıklarının taranıp saptanabilmesi için ilan tahtalarına, gazetelere ücretsiz hastalık taraması yaptıklarını bildiren ilânlar koyarlar. Belediyelerle ortaklaşa ücretsiz kalp taramaları yaparlar. Bu merkezlere gelen her hasta varsayılan olarak kalp hastası muamelesi görmektedir. Basın ve medya organları tarafından yapılan programlarda hastaların bu merkezlere girmeleri, anjio ve diğer tetkikleri yaptırtmaları ve daha sonra da doktorun önerilerine göre hareket etmeleri öğretilmektedir. Hiçbir sağlık sorunu ve hastalığı olmadığı halde merkezlere başvuran kişilere müşteri diyoruz. Merkezler bir birleri ile yarışır vaziyette gelen hastalarda yapılabilecek müdâhale şekillerin araştırmakta ve bu taramalar en azından daima bir anjiografi ile sonuçlanmaktadır. Kalp damarlarından bir sorun olduğu saptanan veya “varsayılan” kişilerde artık mükerrer anjiografiler, balon uygulamaları başlamakta ve süreç by-pass ve by-pass yapılan damarlara balon ve stent uygulamaları ile devam etmektedir. İşte stent uygulama aşamasına geldiğinde hastaya stent takılması gerektiği, sigortanın ödediği stentin kalitesiz ve ucuz olduğu; hastaya ilaçlı stent takılması gerektiği ve bunun fark ücretinin de hasta tarafından ödenmesi gerektiği söylenerek “ilaçsız stent ve girişim” ücretinin 2-3 katı kadar bir para da hastadan tahsil edilmektedir. Bir sorunu olmadığı halde buralara başvuran hasta bu çok hâyâti (?) girişim 1/3 masrafını sigortadan aldığına memnundur. Malzeme fiyatlarında bir ölçü yoktur. Tutturulabildiğine gitmektedir.
İşte Sosyal Güvenlik Kurumu’nun önlemeye çalıştığı, İMF’nin bile karşı çıktığı fakat bazı muhalif veya ulusalcı basının da desteklediği uygulama budur. Esasında bu uygulama ile ne herhangi bir malzeme cihazın satışı ve kullanılması engellenmekte ne de hasta mağdur edilmektedir. Burada engellenmeye çalışılan açık ve belgeli olmayan ticarettir. İşin bu yönünü görmesek bile bu uygulama hasta menfaatinedir. Bu şekilde hasta ve yakını zamanı ve yeri belli olmayan ani malzeme ve cihaz temini gibi sorunlardan kurtulmuş olacaktır. Şüphesiz bu cihaz, protez ve malzemenin gerçekten gerekli durumlarda ve hasta veya kişi yararına kullanıldığını göstermez.
Şirketler ve hastaların açıktan malzeme ve cihaz temini halen devam ederken üniversite ve şirketlerin malzeme ve cihaz temininin bu şekilde kayıt altına alınmasından duydukları rahatsızlık nedeniyle haberde ameliyatların durduğundan bahsedilmektedir. Bu gibi durumlarda menfaati bir şekilde zarara uğrayan kişilerin uyguladığı yöntem hasta ve insan sağlığı edebiyatı yaparak işleri durdurmak veya durmuş gibi göstermektir. Bu kesimler basında yeterli bir yaygara çıkarabildiklerinde çoğu zaman amaçlarına da ulaşabilmektedirler. Nitekim etkisiz ve yararsız bazı öksürük şurupları, vitamin ve ağrı kesicilerin yasaklanmasında da ATO ve bazı basın mensupları kimin düdüğünü çaldıklarını bilmeden benzer bir muhalefet sergilemişler ve işi yargıya götürerek bu tebliği engellemişlerdi.

Bilindiği gibi kartelin anladığı tarzda işletilen sağlık piyasasında hastanelerde grev veya başka nedenlerle işler durduğunda ölen insan sayısı dramatik olarak azalmaktadır. Bu da sistemin işlememesi veya felç olmasının hasta zararına değil menfaatine olduğunu göstermektedir.
Üniversite hastanelerinin hayali faturalama, yapılmayan işlemlerin yapılmış gösterilmesi, usulsüz ve gereksiz kullanılan ilaç, malzeme ve benzer nedenlerden dolaylı haksız kazançlarında en ufak bir azalma ve kesinti olduğunda daima yaygara çıkarırılar. Özel hastaneler ise bu işi başka yöntemlerle çözerler. Bu kesimler daima haklarının yendiğini veya hak ettikleri paraların ödenmediğini söylerler. Devlet hastanelerinde de böyle işlerin zaten olmayacağı varsayılır ve buralarda işleyiş başka mekanizmalarla koruma altına alınmıştır. Sistemin işleyişi özünde bütün sağlık kuruluşlarında aynıdır. Tabii ki bu sorunları “biz canımızın istediğini yaparız. Gönderdiğimiz faturanın tamamı kontrol edilmeden ödensin demeleri mümkün değildir. Kartelin yönettiği ve belirlediği bu sistemi hekim olan ve olmayan bazı kişiler “hekimlerin” sistemi olarak algılamakta ve sistemi eleştirmek suretiyle hekimlere haksızlık yaptıklarını düşünmektedirler. Sistem içinde rol alan her hekim kendisine verilen görevi yapacaktır ve yapmak zorundadır. Aksi halde çalışması mümkün değildir. Bu nedenlerle kafa karıştırmamak için sorunu hekim olmadan düşünmek ve tartışmakta yarar vardır.
Haberde kullanılan bir diğer ifade de “Sosyal Güvenlik kurumu hastanelerin parasını ödemiyor” ifadesidir. SGK, ancak “fatura incelemesinin 45 gün içerisinde tamamlanamaması durumunda” sağlık kurum ve kuruluşlarına fatura bedelinin ilaç ve tıbbi malzeme bölümü dışında kalan kısmı için avans veya kredi ödemesi yapılmaktadır. Bu durum daha önce de gene avans ödemesi şeklinde idi. Kısaca hastanelere, faturaladıkları işlemlerin birkaç istisnası dahil hemen tamamı denetlenmeden ödenmektedir. Çoğu zaman 5-10 kat abartılan tedavi maliyetlerinde yapılan küçük kesintiler devede kulak kalmaktadır.

Özellikle üniversite hastaneleri uzun yatış ve kontrol süreleri, aşırı ve gereksiz kullanılan tetkik ve tedavi yöntemleri, hastane gelirlerini arttıran komplikasyonlar ve yoğun bakım tedavileri, sakatlık ve ölüm oranları ile bu ticaretin en pahalı yapıldığı yerlerdir.
Sosyal Güvenlik Kurumu’nun konu ile ilgili açıklaması:
Sağlık Uygulama Tebliği: Tıbbi Malzeme tutarları
Kurumla sözleşmeli resmi sağlık kurumlarınca temin edilerek hastalara kullanılan faturalandırılabilir tıbbi malzeme bedelleri, ayrıca belirtilmesi ve yazılı olarak talep edilmesi kaydıyla, faturaların Kuruma teslim tarihinden itibaren 15 gün içinde avans olarak ödenir.

Yazıda “parası olan hastalar özel merkezlere gidiyor.” Denilmektedir. Bu durum SGK ile ilgisi bulunmayan hastalarda söz konusu. Yoksa özel hastanelerde de uygulama aynı şekilde yürütülmektedir. Ama özel hastaneler bu uygulamadan şikâyetçi değildir.
“Alacaklarını alamayan depolar bu nedenle malzeme ihalelerine katılmıyor ve mallarını satmıyor.” Eğer böyle ise diğer hastaneler kullandıkları cihaz ve malzemeleri nereden alıyor veya bunları kim satıyor? Dolayısı ile bu cümle de ilgisiz ve anlamsızdır.

Eğer değerli basın mensupları hastanelerde bu gibi sorunlarla uğraşmış bir veya iki hasta yakını ile konuşup haber ve yazılarını hazırlasalardı veya diğer basın organlarında çıkan haberleri okusalardı bu gibi durumları daha iyi değerlendirebilirlerdi.
Yazının başlığı “Sağlıkta Sahte cennetin sonu göründü.” Olarak konulmuştur. Bu yazıda sağlıkta dönüşüm ile ilgili hiçbir temel süreç eleştirilmemektedir. Anlatılan sorun sistemin tıkandığı ve iflas ettiği bir sonuçla da ilgili değildir.
Kısaca basında çıkan bu ve benzeri yazı ve haberlerin Sağlıkta Dönüşüm Projesi ve uygulamaları yönünden haber değeri yoktur.
Muhalif gibi görünerek göstere göstere uygulanan böyle bir proje nasıl desteklenebilir? Bu da herhalde Farabi’nin “Hiç kimse görmek istemeyen bir kişi kadar kör olamaz” ifadesi ile açıklanabilir.


(*)Sağlık Uygulama Tebliği
http://rega.basbakanlik.gov.tr/eskiler/2007/05/20070525M1-3.htm#_Toc167681889

6.2.2008

TÜRBAN SİYASETİ, TTB VE ÜNİVERSİTELER

30.01.2008
TTB BASIN AÇIKLAMASI
Hekimler olarak; riyakar takiyeci siyasetin gerici adımlarından kaygılıyız.
Anayasa'nın değiştirilemez nitelikteki 2. maddesinde ifadesini bulan "... insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti" ilkesine bağlı bir meslek örgütü olarak, AKP-MHP ittifakı sonucu gündeme yeniden getirilen ve bütün toplumsal sorunların önüne geçirilen "türban sorunu" ile ilgili gelişmeleri ibretle izliyor ve bu konudaki değerlendirmelerimizi ve kaygılarımızı kamuoyuna sunmak istiyoruz.
1950'li yıllarda başlayan ve 1980 askeri darbesiyle hız kazanan, sola karşı dinci ve milliyetçi akımları güçlendirme politikaları, mecburi din dersleri, alabildiğine yaygınlaştırılan Kur'an kursları, imam hatip okulları ve tarikat örgütlenmeleri toplumsal dokuyu adım adım dinselleştirdi. 22 Temmuz 2007 seçimlerinin ardından iyice hız kazanan bu süreçte AKP önce kendisi ile uyumsuz olan yöneticileri kendisi gibi İslamcılarla değiştiriyor, ardından da o alanı sermayenin iktisadi talepleri ve kendi İslamcı ideolojisi temelinde yeniden düzenlemeye yöneliyor. Üniversiteler ve türban konusu da bu sürecin planlı bir aşamasıdır. Ekonomide uluslar arası/ulusal sermayenin IMF/DB patentli emekçi karşıtı neoliberal programını uygulamayı sürdüren, dış politikada tümüyle ABD'ye yaslanan AKP, kendi seçmen tabanını da dinsel motifleri öne sürerek tutmaya çalışıyor. Türbana yeşil ışık yakan yeni YÖK başkanının aynı zamanda üniversiteleri tümden paralı hale getirmek istemesi tesadüf değildir.
ABD'de başlayıp belirtileri ülkemizde de görülmeye başlanan ekonomik krizle birlikte AKP'nin kendi başlattığı "Yeni Anayasa" tartışmasının sonlanmasını dahi bekleyemediği görülmektedir. Yapılmaya çalışılan; emekçi kesimin ciddi biçimde hak kayıplarına uğrayacağı sağlık, eğitim, sosyal güvenlik ve çalışma yaşamına dair birçok yasal düzenleme gerçekleştirilirken üzerlerinin "türban" ile örtülerek gizlenmesidir. Halen ülkemizde İslam dininin bir mezhebi Diyanet İşleri Başkanlığı ve zorunlu din dersleri yoluyla örgütlenmekte iken, bu antidemokratik durumu düzeltmek için kılını kıpırdatmayan, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya dönük ekonomik, sosyal ve siyasal hiçbir düzenleme yapmayan bir iktidarın türban girişiminin amacının özgürlükler olmadığı açıktır.
Türban, basit bir başörtüsü olmayıp, dinci gerici siyasi hareketin simgesidir. Bu hareket, kadınlarımızı kendi bedeni hakkında dahi karar veremeyen Ortaçağ'dan kalma baskıcı, cinsiyetçi ilişkilere tutsak etmeye çalışmaktadır. Bu zihniyetin emekçileri sömürmek, emekçilerin her türden örgütlenme ve demokratik mücadele hakkını ellerinden almak konusunda, büyük sermayeyle ve resmi devlet politikalarıyla hiçbir sorunu yoktur. Bugün toplumun 1/3'ünün yoksulluk sınırında yaşamasında, toplumun büyük bölümünün ianeye muhtaç hale getirilmesinde türbanı savunan MÜSİAD'ın katkısı TÜSİAD'ınkinden daha az değildir.
Yükseköğrenim kurumlarında kuşkusuz her türden kıyafet serbest olmalıdır. Demokratik bir üniversitenin doğal ortamı ayrıksı kıyafetlerden doğabilecek sıkıntıları hiçbir mağduriyet yaşatmadan kendiliğinden giderebilir. Fakat dinsel semboller ya da anlamlar içeren kıyafetler ancak laikliğin gerçek anlamda teminat altına alındığı koşullarda serbest olabilir. Bu nedenle türban, kıyafet serbestliği kapsamında değerlendirilemez. Halen Anadolu'nun (hatta büyük kentlerin) birçok üniversitesinde Ramazan'da oruç tutmayan öğrencilere baskı uygulayan bu zihniyetin bundan böyle türban takmayan kız öğrencilere de baskı uygulayacağını öngörmek kehanet sayılmamalıdır.
Laikliğin gerçek anlamda teminat altına alındığı koşullar içinse devlet bütçesinden hiçbir dinin mensupları için kaynak ayrılmamalı, inanç grupları kendi dinsel ihtiyaçlarını kendileri finanse etmeli, devlet bu alanda sadece laiklik adına düzenleyici ve denetleyici olmalı, din dersleri Anayasal zorunluluk olmaktan çıkarılmalı, bir kimsenin reşit olsun ya da olmasın bir dinin ibadetine ya da ritüeline katılmaya ya da dinsel nedenlerle örtünmeye zorlanması her kim tarafından yapılırsa yapılsın suç kabul edilmelidir.
Toplum yaşamını dine dayandırmak yönündeki girişimlerin antidemokratik olduğu pek çok ülke deneyiminde ve ulusal-uluslar arası hukuk kararlarıyla sabittir. Bu girişimlerin amacı toplumsal yaşamı gericileştirmek, aydınlanmanın temel ilkelerini toplum yaşamından silmek, laikliği kökten zedelemektir. Türban edecektir.
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
MERKEZ KONSEYİ

TÜRBAN SİYASETİ, TTB VE ÜNİVERSİTELER

Sadece Sağlıkta Dönüşüm Projesi değil, toplumu ilgilendiren diğer konularda da TTB ve diğer meslek örgütleri daima basmakalıp bir siyaset gütmektedir. TTB üniversitelerde türban denen başörtüsünün resmi giysi haline getirilmesi için verilen mücadeleye karşı çıkarken, “türban” siyasetini savunan siyasi partilerin kendilerini İslamcı partilermiş gibi göstermelerine de yardım etmiş olmaktadır. (30.1.2008 tarihli bildiri) TTB bir yandan türbanın “dinci gerici siyasi hareketin simgesi” olduğunu söylerken, diğer taraftan türbanın “laikliğin gerçek anlamda teminat altına alındığı koşullarda” serbest olabileceğini söylemektedir.
Türban konusu İslâmiyet’le ilgili dini bir konu değildir. Günümüzde bütün dünyada uygulanan ABD’nin diğer küreselleşme projeleri gibi dinlerin de yeniden şekillendirilmesi ve birleştirilmesi söz konusudur. Ülkemizde bu projenin adı ılımlı İslâm adı altında İslâmiyet’in bozularak Hıristiyanlık ve Musevilik dinleri ile kardeş bir din haline getirilmesidir. Bu proje aslında “İslâmiyet’in Yahudi ve Hıristiyan kültürü temelinde yeniden şekillendirilmesidir. İslâmiyet, “dinler arası diyalog,” “dinlerin ve kültürlerin kardeşliği” sloganları ile Hıristiyanlık ve Museviliğe yaklaştırılırken, temel ilkeleri de dinamitlenmektedir. “Türban siyaseti” Müslümanlığın ve imanın şartlarını ve koşullarını ortadan kaldırarak yeniden tanımlamaktadır. Bu şekilde İslâmiyet’te daha önce bulunmayan türban takma koşulu bir İslâm’ın ve imanın şartı haline getirilmiştir. Bunu sadece AKP değil, dini siyasette kullanan diğer partiler de (Saadet, Bağımsız Türkiye Partisi, BBP, MHP gibi) de aynı şekilde savunmaktadır. Bu partilere karşı olduklarını söyleyen partiler de devamlı olarak türban’ın dinin veya radikal İslâm’ın bir giysisi olduğunu söyleyerek “laiklik” açısından karşı çıkmaktadırlar. Hem türbanı savunan hem de karşı çıkan siyasi hareket ve partiler Türkiye’nin ABD ve AB’ye bağlanması, bölünmesi, Ermen soykırımını iddialarının kabul edilmesi, Kıbrıs’ın Rumlara verilmesi, Ermeni Patrikliği’nin Vatikan gibi bir din devleti olmasını, ABD’nin İslâm ülkelerindeki saldırı ve soykırımlarını, ülke topraklarının ve kaynaklarının yabancılara (Hıristiyan) satılmasını desteklemektedirler. Bunların Müslümanlığı bu “haçlı siyasetlerini” desteklemeye engel değildir. İşte bunu sağlayan şey “türban siyaseti” ve bu siyasetin başarısıdır. Türban konusunda ne yazık ki ulusalcı ve antiemperyalist kesimler doğru bir siyaset geliştirememiş ve “laik’liklerine halel geleceğini düşünerek bunu Yahudi ve Hıristiyan dini ile ilgisini eleştirmemişlerdir. Türbanı İslâmi bir simge gibi göstererek İslâm dinini değiştirmeye çalışan zihniyetle buna “radikal İslâm’ın simgesi gibi kabul ederek karşı çıkan her iki kesimin de ortak özelliği Hıristiyan Batı’nın Türkiye’yi bölme ve parçalama projesi olan AB projesini desteklemeleridir. Emperyalizm kendi yarattığı tezi (türban) ve anti tezi (türban takmak İslâmiyet’e aittir) kullanarak toplumu bölmekte ve bu arada diğer projeler gayet tıkırında gitmektedir.
Üniversite rektörleri de türban nedeniyle AB’ye girmemizin engelleneceğini düşünerek buna karşı çıkmaktadırlar. Hâlbuki Yahudi ve Hıristiyan dini kültürü temelinde kurulan AB için bu dinlere göre farz olan türban gibi bir kıyafet tepki yaratmaz.
Bu kesimlerin türbanı savunan siyasi hareketleri Müslümanlık ve dincilikle suçlaması, kendisini Müslüman gören Türk halkı arasında İslâmiyet karşıtlığı olarak da algılanmış ve bu siyasi hareketler giderek güç kaybetmişlerdir. Türkiye’de sömürge alt yapı ile birlikte halkımızın kültürü, dili ve dininin tamamen değiştirilmeye başlanmıştır. Artık evlenme törenlerine “iyi günde, kötü günde”, ölen birisinin arkasından “toprağı bol olsun” gibi Hıristiyanlığa ait ifadeler günlük konuşmalarımıza girmiştir. Halkımız kurban bayramının yanında, Hıristiyanlar gibi çılgınlar “Sevgililer Günü” (St. Valentine günü)nü kutlamaktadır. İngilizce resmi dil haline gelmiş olup tabelalar ve yer isimleri dahi İngilizce verilir olmuştur. Bu koşullarda halkımızın dilini, dinini ve kültürünü savunmak bir mecburiyettir. Bu gün Türkçe konuşmak, Türkçe müzik dinlemek ve İslâmiyet’i savunmak ulusalcılık ve emperyalizme karşı çıkmaktır. Eğer böyle yapılmazsa günün birinde Türkiye emperyalist boyunduruktan kurtulup bağımsız olduğunda bile Tunus, Cezayir, Hindistan gibi dilini de unutmuş olabilir.
TÜRBAN NEDİR?
Kelime anlamı sarık, sarığa benzer başlık olup önceleri bir kadın örtüsü olmaktan çok bir erkek kıyafetidir. Türban denen bu kıyafet Hindistan’da Sih’lerin ve Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahların kıyafetidir. İslâmi toplumlarda başlangıçta bir erkek giysisidir.
Türban takmak Kur’an’a göre ne İslâmiyet’in ne de imanın şartıdır. Dini siyasete alet eden bazı siyasetçilerin dediği gibi bir “ibadet” şekli değildir.
Kur’an’da başın örtülmesi emredilmemiştir. Daha da doğrusu örtünme bir emir ve kural değil bir tavsiyedir. Örtünmeyen kişi günaha girmez ve kâfir olmaz. Faiz, domuz eti yemek gibi fiillerde olduğu gibi haram değildir. En basit hukuk kuralına göre suç olarak tanımlanmayan böyle bir fiilin cezası da yoktur. İslâmiyet’te önde gelen kural, iman veya inanç olup ibadet bundan sonra gelir. Kur’an’a göre kadınların zina yapması dahi onların dinden çıkmalarına neden olmadığı gibi zina da dini olarak günah ve suç olarak tanımlanmamıştır. (Nisa suresi, 14. Ayet) Başını veya vücudunun bir yerini örtmeyen kişinin günaha girmesi veya dinden çıkması da söz konusu olamaz. Bu tür inançlar İslâmiyet’e bağlanamaz.
Türbanı İslâmiyet’e bir inanç ve şart gibi sokmak İslâmiyet’i değiştirdiği için aynı zamanda münafıklıktır. Bu münafıklık olup böyle bir fiili işleyenler için Kur’an’da çok ağır cezalar emredilmektedir.
“Türban” takmak veya başı örtmek dinler arasında önce Yahudilikte ve daha sonra da Hristiyanlık’ta mecburidir ve şarttır. Türban Hıristiyan rahibelerin kıyafetidir. Bu kıyafeti herkes Meryem ana resimlerinde de olduğu gibi rahibelerin başında görebilir. Ayrıca bu yeni türban dininde Meryem ana da İslâmi bir kişilik kazanmıştır. Dini TV kanallarında özellikle Ramazan ayında “Hz. Meryem” adı altında gösterilen filimle Türk halkına hem de Ramazan ayında Hıristiyanlık propagandası yapılmaktadır. Bugün türbanlı bir İslâmiyet’i savunanlar “burası da tanrının evi” diyerek kiliselere gitmekte ve dua etmektedirler. Bu kişiler Efes’teki Meryem ana evinde İslâmi bir kişilik olmayan “Meryem analarına” dua etmektedirler.
YAHUDİLİK ve HIRİSTİYANLIK İSLÂMİYET’E GÖRE MEŞRU ve KARDEŞ BİR DİN OLABİLİR Mİ?
Ülkemizde komik olan bir durum da türban adına dini siyaset yapan siyasi akımların dini bilmemeleri veya bilerek tahrif etmeleridir. “Türban” merkezli bozulmuş bir İslâmiyet’i savunanlar ve din adamları papaz ve hahamlarla ortak ibadet yapmaktadır. Eskiden sadece cami yaptıran siyasetçiler şimdi camilerin yanında cemaati olmadığı halde bir kilise ve sinagogu beraber açmaktadır. AB’nin bütün önemli kararları tarihi kiliselerde imzalanmaktadır. Bütün AB liderleri AB’nin Yahudi ve Hıristiyan kültürü temelinde kurulduğunu söylemektedir. Daha önce sadece Hıristiyan kültürü denmekteydi. Şimdi buna bir de Yahudilik eklenmektedir. AB’de de tek dünya dini yaratma projesi bu şekilde sürdürülmektedir. Hıristiyanlık tek tek her AB ülkesinin anayasasında meşru ve egemen bir din olarak kabul edildiği gibi AB anayasasında Hıristiyanlığın egemenliği kabul edilmektedir. AB ve AB’yi meydana getiren ülkeler laik ve demokratik değildir. Dolayısı ile Müslümanlığı savunan kişi ve partilerin sırf bu nedenle AB’ye karşı olması gerekirdi.
Kur’an, Yahudililik (Musevilik) ve Hıristiyanlığı meşru bir din olarak kabul etmez. Kur’an’a göre “Allah nezdinde din İslâm’dır.” (Ali İmran) Kur’anda geçen peygamberin hepsinin dini İslâm olup, İsa ve Musa isimleri hiçbir zaman Hıristiyanlık ve Musevilikle birlikte zikredilmez ve bu dinlere bir meşruluk kazandırılmaz. Kur’an “üç semavi dini” kabul etmez. İslâmiyet dışında diğerleri bozulmuş olduğundan meşru değildir. Kur’an’da “kâfir’ kelimesi sadece “Yahudi ve Hıristiyanlar” için kullanılır. Budistler, dinsizler ve başka dine inananlar Kur’an’a göre kâfir değildir. Ayrıca Yahudilik bir din değil bir Irk’ın veya kavmin adıdır. Kur’an’da bu şekilde geçmesi Yahudilerin kavim olarak da kâfir olarak kabul edildiğini göstermektedir.
Türban’ı dini bir ilke gibi savunan kişi’ler aslında Hıristiyanlaşmış ve Musevileşmiş bir İslâmiyet’i savunmaktadırlar. Bu şekilde “türban Müslümanlığı” da, Kuran’a göre Hıristiyanlık ve Musevilik gibi “bozulmuş bir Müslümanlıktır.”
Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığı kardeş dinler olarak görmek veya göstermek aynı zamanda masonik bir din anlayışını da yansıtmaktadır. Masonlukta bütün dini kitaplar eşit olarak bir kürsünün üstünde durmakta ve hepsinin üstünde “kâinatın ulu mimarı” denen masonluğun tanrısı bulunmaktadır. Bu tabloda bütün dinler “kâinatın ulu mimar”ının dininin mezhebi olmaktadır. “Tanrı tek olduğuna göre Hıristiyanlık ve Musevilikteki tanrı aynı değil mi?” aldatıcı sorucu insanları bu noktaya getirmektedir. Hâlbuki eğer soruna böyle yaklaşacaksak, Hristiyanlık ve Musevilikteki tanrının aynı olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü bu dinlere göre Müslümanlık kâfirlik olduğu gibi Hıristiyanlıkta İsa “tanrı’nın oğlu ve tanrı”dır. (Tevbe suresi, Ayet 30,31) Ayet) Böyle bir inanış şablonu ister istemez Müslüman’lara, Yahudilerin Üzeyir peygamberinin ve Hıristiyanların İsa peygamberinin hem bu dinlerin meşru peygamberi hem de tanrı veya tanrının oğlu olduğunun kabul ettirilmesi anlamına da gelmektedir. Burada birden fazla tanrı söz konusudur. Hâlbuki İslâmiyet’in temel şartlarından birisi Allah’ın tek olması ve Hz. Muhammet’in Allahın son peygamberi olmasıdır. Müslümanlıkta “tek olan “Allah” diğer dinlerle paylaşılmaz. Hıristiyanlıkta kardinaller tarafından aziz olarak ilân edilen kişiler bile tanrısal bir hüviyet kazanabilmektedir.
İslâmiyet’in “Yahudi ve Hıristiyan’ları “kâfir” olarak tanımlanması İslâmiyet’in önemli bir mucizesidir. Çünkü Hıristiyanlık aynı zamanda emperyalizmin de dinidir. Emperyalizm daima emperyalist işgal, sömürü ve soykırımlarını Hıristiyanlığı yayma idealiyle gizlemiş ve Türkiye’de olduğu gibi emperyalizmin orduları ile birlikte, bir misyoner ordusu da işgal edilen ülkelere gönderilmiştir. Lâtin Amerika ve Afrika’da işgalle birlikte Hıristiyanlık bu şekilde yerleştirilmiş ve halkın dini değiştirilmiştir. ABD Güney Kore’de dahi halkın % 60’ını Hıristiyan yapmıştır. Ülkemizde de dinlerin kardeşliği adı altında misyonerliği savunanlar da türban siyasetini savunan yeni haçlılardır. Bunlar halkımızın da, Güney Kore’de olduğu gibi, Hıristiyanlaşması için çalışmaktadırlar. Emperyalist ülkelerin petrol, doğal kaynaklar ve diğer nedenlerle saldırdığı ülkelerin hemen çoğu İslâm ülkesidir. Emperyalizm kendi halkına bu emperyalist saldırıları da diğer haçlı seferlerinde olduğu gibi barbar ve terörist Müslüman halkı medenileştirme ve onları radikal İslâm’dan kurtarma (“ılımlı İslâm” adı altında Hıristiyanlaştırma) projesi olarak takdim etmektedir.
İslâmiyet Yahudi ve Hıristiyanlarla dostluğu da yasaklamaktadır. Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olanların da onlar gibi Yahudi ve Hıristiyan yâni kâfir olacağını söylemektedir. (Maide suresi, 51 ayet)
İslâmiyet faizi haram kılmıştır. (Al-i İmran, 130 ayet) “Türban”ı bayrak yapan bozulmuş Müslümanlığın dininde faiz haram değildir. Faizin haram olması; sermaye birikimi ve bankacılığa dayanan kapitalizmi ve onun aşaması olan emperyalizmi de reddetmesi anlamına gelir. Kısaca Müslümanların aynı zamanda antiemperyalist olmaları gerekir. Müslümanlara emperyalist proje ve siyasetlere aracı olmak desteklemek ve onlara hizmet etmek yaraşmaz. İslâm dininin özünde antiemperyalist bir din olduğunu da söyleyebiliriz.
İslâmiyet kişi ve Allah arasındaki aracıları veya din adına karar veren ve kendi fikrini dinin gereği gibi anlatan ruhban sınıfını ortadan kaldırmıştır. İslâmiyet’te yapılan bütün emirler ve tavsiyeler Müslüman kişileredir. Müslüman kişi dini kendi anladığı gibi yaşar. Dinin gereğini yapmak devlete veya siyasi partilere yüklenmemiştir. Bu açıdan baktığımızda üniversiteler de dini mekân değildir.
Aynı zamanda İslâm halifesi de olan son Osmanlı Padişahı Vahdettin 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı ile devam eden önceki haçlı seferinde Irak, Suriye, Mısır gibi Osmanlı topraklarını işgal eden İngilizlerle dost olmuş ve Müslüman Türk halkına karşı İngilizleri desteklemiştir. Türkiye emperyalist batının el birliği ile İslâm ülkelerinde başlattığı son haçlı seferinin -ne yazık ki bu sefer- müttefiki konumundadır.
Yukarıdaki konular konu ile ilgili birçok yazar tarafından geniş olarak açıklanmış ve yayınlanmıştır.
“Türban” iddia edildiği gibi İslâmi bir giysi değildir. Bu nedenle laik bir ülkede türbana karşı çıkmamızın sebebi İslâm’a veya Müslümanlığa karşı olmak değil “Musevi ve Hıristiyanların dini giysisine karşı çıkmaktır.
YÜKSEK ÖĞRENİM KURUMLARINDA HER TÜRDEN KIYAFET SERBEST OLMALI MIDIR?
Üniversiteler her ne kadar bilim öğretilen ve yapılan kurumlar olarak tanıtılmakta ise de bilim yapmak ve bilimsel düşünmek bütün eğitim kurumlarının görevidir. Bilimsel düşüncenin serbest olması gerektiği savunulmakla birlikte bu her zaman böyle değildir. Çünkü Türkiye’de Üniversiteler bilim yapılan veya bilimsel düşünülen yerler değildir. Akademik kadrolara alınmadan akademik yükselmeye kadar her türlü atama ve yükselmenin şartı evet efendimcilik ve hocalara sevimli görünmekten geçer. Hocası gibi düşünmeyen ve onun yolundan gitmeyen bir asistanın yükselmesine imkân yoktur. Bilim mevcut fikir ve önerileri onaylayarak değil, eleştirerek ve çürüterek gelişir. Özellikle tıp fakültelerinde öğretim üyelerinin çoğu uluslar arası tıp kartelinin görüş ve önerilerini bir din gibi benimsemekte ve bunları tartışılmaz doğrular olarak kabul etmektedirler. Bu tür doğmalara inanmak da bir nevi “din” gibi kabul edilmektedir. Öğretim üyeleri araştırma yapacak yerde kendilerine sunulan bilgileri tedris etmekte ve herkese de bu şekilde düşünmelerini empoze etmektedirler.
ABD ve Batı ülkelerindeki Hıristiyanlık ve dini yapı ülkemizde bu ülkelerin laik olması anlamında yorumlanmaktadır. ABD ve Avrupa ülkelerinde devlet başkanları dini kitaplar üzerine yemin etmektedir. Üniversite ve hastanelerin önemli bir kısmı da dini vakıf ve kuruluşlara aittir ve onların denetiminde çalışır. Bu yönü ile baktığımızda bu üniversitelerde “herkesin dinini yaşadığını” veya “üniversitelerde laikliğin bulunmadığını sanılabilir. Ama bu genellikle böyle değildir. (Dekanlık dini bir unvandır. Dekan, Roma Katolik kilisesinde kardinaller kolejinin başıdır. Mezuniyet törenlerinde giyilen cübbe ve takılan kep kilise okullarından ülkemize ithal edilmiştir.)
TÜBİTAK popüler bilim kitapları dizininden yayınlanan “Üniversite-Bir Dekan Anlatıyor” isimli kitapta bir ABD üniversitesi olan Harvard’da dekan olarak görev yapan Henry Rosovsky üniversite hakkında bilgi vermekte ve bazı anılarını ve yaşantısını anlatmaktadır. Aşağıda özetlediğim hikâyede kendisinden dini inançlarına göre bir talepte bulunan Yahudi öğrencilerle arasında geçenleri anlatmaktadır.
“Heyet, üç Musevi öğrenciden oluşuyordu bunların ikisi dindardı. … Haziran’da yapacağımız mezuniyet töreni, bir Musevi bayramının ikinci gününe tesadüf ediyordu. Bu nedenle… bu gençler mezuniyet töreni tarihinin değiştirilmesini samimiyetle istiyorlar dahası talep ediyorlardı. … 25 000’i aşkın insan için çok önceden yapılmış bir düzenlemeyi sayıları yüzü ancak bulan tutucu dindarların hatırı için değiştirmenin anlamı var mıydı? … Öğrenciler, “Harvard topluluğunun 3000 mensubu” tarafından imzalanmış, tarih değişikliği isteyen bir dilekçe sundular. … Musevi olmayan meslektaşlarım benim kadar talihli değillerdi ve sürekli olarak anti-semitizm ile suçlanma korkusu içinde yaşıyorlardı. … Onların bu düşünceleri beni zerre kadar etkilemedi. ...” (Sayfa 39)
Bilindiği gibi Museviler dinler içinde en katı şeriatı uygulayan toplumdurlar. Bu örnekte bir Yahudi üniversitesi olan Harvard’da bir Yahudi Dekan, az sayıda Musevi öğrenciden gelen böyle bir talebi bile üniversitenin laiklik anlayışına ters olduğu için ret edebilmekte ve bu kararının arkasında durabilmektedir. Bu üniversitede dahi öğrencilerden ve toplumdan gelen dini talepler Yahudilikte farz olan başörtüsü için yapılmamaktadır. Tabii Harvard’da herkes dini inancı ile değil üniversitenin bilimsel seviyesi ile övünmektedir. Çünkü Harvard üniversitesi Dünya’nın en iyi üniversitesi olma iddiasındadır. Ve Harvard’da üniversite öğretim üyesi olarak atanacak kişinin şunun bunun akrabası, dini bir cemaatin üyesi olmaktan çok “ o konuda bütün dünyada en iyi kişi olması” aranmaktadır. Üniversiteler dinin yaşanacağı yerler olmadığı gibi dünya görüşünü inançlarına göre belirleyen kişilerin de yeri değildir. Bu özellikle Müslümanlık için böyledir. Müslüman inancı gereken ibadeti üniversite dışında (camide ve evlerinde) yapabilir. Din bu konuda her türlü kolaylığı göstermektedir. Üniversiteler “her türlü görüşün bilimsel metotla eleştirildiği ve çözümlenmesi gereken yerlerdir. Şu veya bu dini dogmaya göre şekillenmiş bir kişi yaptığı her çalışmayı bu dogmalara göre uydurmak zorunda kalır. Gerçeği değiştirir. Gerçeği görmek istemez.
Üniversiteleri üniversite yapan burada çalışan kişilerin kıyafeti ve biçimi değildir. Toplumca genel olarak makul olmayan görünüm ve kıyafetlerin üniversite içinde de hoş karşılanmayacağı açıktır. Dünyanın değişik üniversitelerinde öğretim üyeleri ve öğrenciler düzgün ve temiz giysilerle görünmektedirler. Kişilerin elbiseleri sade ve gösterişsiz olup türban gibi garip giysilerin giyilmesi için verilen mücadelelere rastlanmamaktadır. Kısaca üniversitelerde her türlü kıyafet değil her türlü bilimsel düşünce serbest olmalıdır. Bunun için de üniversitelerimiz dünyanın en kötü üniversitesi olmak için değil dünyanın en iyi ve önder üniversitesi olması için çalışmalıdır.
5.2.2008




İSMET İNÖNÜ: BİR DEVRİMCİ Mİ YOKSA
BUGÜNLERE UZANAN KARŞI DEVRİMİN ULU MİMARI MI ?

TÜRKİYE’Yİ ATATÜRK’ÜN ÇİZDİĞİ YOLDAN ÇEVİREN
BATI YANLISI VE ATATÜRK KARŞITI
İSMET İNÖNÜ KİMDİR?


Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesi ile bazı çevreler çelişki hattını tekrar irtica tehdidi olarak saptamış ve muhalefetini bu noktada yoğunlaştırmıştır. Durum böyle midir? Gerçekte Türkiye’de bir irtica tehdidi var mıdır veya varsa nasıl bir irtica tehdidi vardır? Meselenin bu şekilde ortaya konulması sorunun vahametini azaltmaktadır. Çünkü artık ince ince işlenerek sonuçlandırılma noktasına gelmiş bir süreç yaşanmaktadır. Bu şekilde bağımsızlığı ortadan kaldırılmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin artık yeni bir Sevr’le parçalanması noktasına gelinmiştir. Türkiye Cumhuriyet önce NATO ile Batının askeri komutasına bağlanmış; teslimiyet ikili anlaşmalar ve ABD'ye verilen üslerle pekiştirilmiş; ABD'nin küresel yönetim organları olan İMF, DTÖ gibi kuruluşlara bağlanan Türkiye AB projesi ile bütün savunma hatlarını ve bağımsız bir devlet olma bilincini yitirmiştir. Bütün bu dönemde Atatürk'ün kurmuş olduğu CHP'nin isim olarak devam etmesi ve böyle bir partinin bağımsızlığın tehlikede olduğu şeklinde bir mücadele ve uyarıda bulunmaması Atatürkçü kesimlere durumun “çok da kötü olmadığı” kanaatini vererek kişileri rehavete sürüklemiştir. Atatürk'ün partisi isim olarak aynı kalmış fakat gerek bu parti ve diğer partiler peşin olarak ABD ve Batı egemenliğinin kabul edilmesinden dolayı bu süreçte uluslararası sermayenin boyunduruğu ve yönetimine girerek milli bir parti olma özelliklerini kaybetmişlerdir. Bu partiler 1938'den bu yana ABD ve AB'nin belirlediği sömürgeci tekelci kapitalist projeleri uygulamakta olup sömürgeci ülkelere bağlı oligarşiyi temsil etmektedir.
AB nasıl işçi ve çalışan hakları yerine etnik veya dini kimlik gibi sorunları temel sorun gibi gösteriyorsa Türkiye'de buna benzer şekilde işçi hakları ve ülkenin bağımsızlığı yerine türban, laiklik, devletin çalışma hayatından uzaklaştırılması ve özelleştirmeler yer almıştır.Turban ve laiklik karşıtı olmak Cumhuriyet'e bağlılık, karşıtlığı da gericilik gibi gösterilmiştir. Hiç bir parti birbirinden farklı siyaset geliştirmemiştir. “Türban siyaseti”nin zıddı türban taktırmamak noktasında kalmış ve özgün siyasetler geliştirilmemiştir.
Geriye dönüp baktığımızda Türkiye Cumhuriyeti tarihinde geri dönüş ve karşı devrim darbesi AKP ve Tayip ekibi ile başlamamıştır. Bilindiği gibi Mustafa Kemal’in vefatı ile Türkiye’de ilk karşı devrimci darbe yaşanmış ve kendisinin güvenmediği; Cumhuriyetçi değil Tanzimatçı; tam bağımsızlıkçı değil batı yanlısı - mandacı bir kişi olan İsmet İnönü iktidara getirilmiştir. Bu iktidar, her ne kadar birbirine muhalif gibi rol oynasa da de CHP-DP koalisyonu ile yürütülmüştür. Bu darbeye maalesef zamanın TSK’de alet olmuş ve olaya seyirci kalmış ve süreci değerlendirememiştir. Bu süreçte mevcut siyasi yapı içinde Kemalist bir muhalefet görülmemiş, Kemalizm’i ve tam bağımsızlığı savunanların başı komünizm suçlamaları ile ezilmiştir.
Mustafa Kemal’in vefatından sonra neler yapılmıştır veya milletin kafasını karıştırmak için birbirine muhalif gibi görünen CHP-DP koalisyonu neler başarmıştır.
1. Ülkede demokratik haklar askıya alınmış ve aydın ve Kemalist’lere karşı diktatörlük uygulanmıştır.
2. Halka baskı yapılmış, yol vergileri ve jandarma baskıları ile halk Cumhuriyetten bezdirilmiştir. Bu şekilde bu baskıları yapan İnönü’nün CHP’sinin halk nezdinde Atatürk’ün CHP’si gibi algılanmasına neden olunmuştur. Halka İnönü, Atatürk gibi takdim edilmiştir. Halk İnönü’nün CHP’si ve DP arasında hangi noktalarda birlik ve koalisyon olduğunu anlayamamıştır. İnönü'den dolayı CHP ve CHP’den dolayı da Atatürk'e tepkiler artmıştır.
3. Demiryolu yapımı ve demiryolu ile ulaşım stratejisi bırakılarak dışa bağımlı petrol ve motorlu taşıtlarla yapılan ulaşım siyasetine dönülmüştür. Yeni demiryolu yapımı durdurularak demiryolu ile ulaşım da engellenmiştir. Seferler azaltılarak ve yolcu bulunmasına rağmen ek vagonların konulmaması ile yolcular karayolu ulaşımına zorlanmış ve Kemalizm’le özdeşleşen demiryolu ulaşımının bu şekilde etkisiz ve geri kalması sağlanmıştır. 1938 teknolojisi seviyesinde bırakılan demiryolu ulaşımının gelişememesi, yavaş ve yetersiz kalması da Atatürk’e bu yoldan saldırmanın aracı haline getirilmiştir. Turgut Özal yaptığı bir konuşmada demiryolu ulaşımının komünizm olduğunu söyleyerek dolaylı yoldan Kemalizm'i de eleştirmiştir. Ulaşım siyaseti de temel stratejik bir siyasettir. Türkiye'de demiryolu yerine Karayolu taşımacılığının tercih edilmesinin, ABD'nin yaptığı Marşal yardımının bir şartı’dır. Atatürk’ten sonra bütün liderler ulusalcı bir yolu değil Marşal ile belirlenen yolu izlemiştir.
4. Türkiye Cumhuriyeti’nin sömürgeci batıya karşı çıkarak Sovyetler Birliği ile dostluk içinde kalması siyaseti bırakılarak siyaset anti-komünizm adı altında Sovyetler Birliği düşmanlığı doğrultusuna sokulmuştur.
5. Uçak yapabilen ve yaptığı uçakları Avrupa ülkelerine ihraç eden Türkiye’de uçak fabrikaları kapatılmış ve ulusal sanayinin gelişmesi devlet eliyle engellenmiştir. Atatürk’ün “Türk öğün çalış güven” sloganın aksine Türklerin kendi başına hiçbir şey yapamayacağı telkin edilerek ulusal aşağılık duygusu aşılanmıştır. Kompradorluk teşvik edilmiştir. Meselâ, Ankara Numune Hastanesi inşaatının ihalesini alan Vehbi Koç'a bu inşaatı bir Türk Şirketi olarak yapamayacakları söylenerek inşaatı ancak bir yabancı ortak ile yapabilecekleri söylenmiştir.
6. İnönü’nün CHP’si 2. Dünya Savaşında Hitler Almanyası ile gizli işbirliğine girmiş ve bu işbirliğinin kanıtları savaş sonunda ele geçirilmiştir. Bu durumun ortaya çıkması savaş sonrasında TC’nin de bir nevi Hitler Almanya’sı gibi yenilmiş olması gibi algılanmış ve Dünyada yalnız kalan İnönü ve onun CHP’si ülkeyi ABD’ye tek taraflı teslim etmiştir. 1. Dünya Savaşı'ndaki sonuç bir kere daha tekrarlanmıştır.
Bilindiği gibi sömürgeciler kendi isteklerini her zaman alenen baskı ve tehditlerle yaptırmamaktadır. Eğer ülke içinde kendisinin denetiminde iktidarlar varsa bu emir ve uygulamaları sanki bu ülke kendiliğinden kendisinden istiyormuş ve hatta bunları yapmak için yalvarıyormuş gibi göstererek yapmaktadır. Bu da bu gibi siyasetlerin savunulması için bir mazeret yaratmakta ve sömürgecilik suçsuz ve şirin gösterilmektedir. “Biz bunları sömürgeciler istediler diye değil, kendimiz ve halkımız için yaptık.” diyerek bütün bunlar halka iyi bir şeymiş gibi anlatılmaktadır. İMF için bu şekilde yazılan niyet mektupları bunun bir örneğidir. NATO’da durum böyle olmuştur. İnönü’nün başvurusunu kabul etmeyen ABD ancak Kore'de Türk ordusu kendisi için savaştıktan sonra, ısrarlar ve yalvarmalar sonucunda Türkiye’yi lütfen NATO’ya kabul etmişlerdir. Bu anlaşmaya ülke içinde mecliste (DP ve CHP’siyle) bir muhalefet sergilenmediği gibi Ordu da bu olaya seyirci kalarak Atatürk’e ihaneti desteklemiştir. Atatürk'ün ordu yönetiminin yabancı komutanlara verilmesine ne kadar karşı olduğu bilinmektedir.Bu nedenle ordunun bu sefer NATO komutasına verilmesi bağımsızlıktan vazgeçmenin ve Atatürk çizgisinden ayrılmanın en açık kanıtıdır.
7. TC’nin NATO’ya girmesi ile artık ABD mandasına girmesi tescillendiği gibi bunun arkasından ABD ile onursuz ve aşağılayıcı ikili anlaşmalar imzalanmıştır. İsmet İnönü bu anlaşmalara hiçbir zaman karşı çıkmadığı gibi daha sonra da iktidar olduğunda ne NATO’dan çıkılması ne de ikili anlaşmaların iptal edilmesi için hiçbir gayrette bulunmamıştır. NATO oylamasını yapan meclis de bir ihanet meclisi idi. Türkiye’nin NATO’ya girmesi için 18 Şubat 1952’de TBMM’DE yapılan oylamada 405 milletvekilinin 404’ü kabul oyu vermiştir. Bunların önemli bir kısmı da CHP milletvekili idi. İsmet İnönü’nün ağzından hiçbir zaman “bağımsızlık benim karakterimdir” gibi bir söz işitilmemiştir. Çünkü onun karakteri Tanzimatçılık ve ABD mandacılığı’dır.
8. Atatürk’ün ölümünden sonra tam bir Atatürk düşmanlığı sergileyen İsmet İnönü parti binalarında bile Atatürk’ün resimlerini kaldırtmış, paralardan Atatürk resimlerini çıkartmış ve on beş yıl Atatürk’ün mezarının yapılmasını engellemiş ve kabirsiz bırakmıştır. İnönü her alanda Atatürk ne yaptıysa ve yapmak istedi ise tamamen tersini yapmıştır. Örnek olarak o günlerde Ulus Gazetesi'nde çalışan tarihçi Cemal Kutay, Atatürk'ün ölümünden sonra kendi odasındaki Atatürk resminin duvardan indirilmesi için kendisine baskı yapıldığını söylemiştir.
9. İnönü zamanında açılan köy enstitülerinde de öğretmenlere batı kültürü ve batılı gibi olmak aşılanarak batı hayranı bir nesil yetiştirilmiştir. Köy Enstitüleri’nden mezun olan öğretmenlerin çoğu İnönü ile Atatürk’ü birbirine karıştırmakta ve Atatürk deyince İnönü anlamaktadır. Bunlar Atatürk hakkındaki eleştirileri dinleyebilirler ama İnönü hakkında bir tek söz dinlemeye tahammül edemezler. Köy Enstitüleri'nin kapatılması çalışmaları İnönü zamanında başlamış ve daha sonra kapatılması sırasında aynen NATO ve ikili anlaşmalarda olduğu gibi buna da karşı çıkmamış, kapatılmayı desteklemiştir.
10. İsmet İnönü, Atatürk’ün terk ettiği dilde zorlama ile özleştirme akımını destekleyerek halka dilini unutturmuş ve bu şekilde halkın tamamının anlayabildiği bir dil ortadan kalkmıştır. Zaten yeni baskıları yapılmayan Atatürk’ün eserleri ile Atatürk döneminde çıkan kitap ve gazetelerin okunması ve anlaşılması engellenmiştir. Latince eğitim yapan liseler açılmış, Türk müziğinin (Türkçe müzik değil) eğitimi ve radyoda yayınlanması yasaklanmıştır. Bunun yerine zorlama bir şekilde Batı Müziği, modern müzik olarak halka benimsetilmeye çalışılmıştır. İngilizce eğitim yapan okul ve üniversiteler (ODTÜ, Robert Kolej gibi) açılmasına karşı çıkmadığı gibi kendi iktidarları döneminde eğitimin Türkçe yapılması gibi bir çalışma içinde olmamıştır. Bu anlayış sayesinde bugün eğitim artık yarım yamalak bozuk İngilizce ile yapılmaya başlanmıştır. Türkiye’nin de resmi dili Hindistan, Pakistan, Fas, Tunus gibi ülkelerde olduğu gibi sömürgeci ülkenin dili ile aynı olmaya başlamıştır. Sokaklarda Türkçe bir tabela görmek mümkün olmadığı gibi, İngilizce bilmeyen kişiler bile takma ad olarak yazışmalarda İngilizce isimler kullanmaktadır. Resmi kimlik kartları ya İngilizce veya iki dillidir. Tamamen Türk köylüsü ve halkı için üretilen ve satılan mallarda bile bütün açıklamalar İngilizce’dir. Aşırı baskı ile beyinde oluşan hasar nedeni ile halk bu dönüşümü algılamamakta ve bu olaylara karşı bir tepki gösterememektedir.
11. Küreselleşme adı altında bütün dünyayı sömürgeleştirme veya kendi yönetimine almaya çalışan ABD’nin diğer bir yönetim organı olan Avrupa Birliği’ne gene yalvar yakara girmeye çalışan kişi yine İsmet İnönü olup bu adımı atma şerefi de (?) kendisine aittir. O zamanki adı AET olan, ve bugün geldiği durum o zaman da bilinen Avrupa Birliği için “yüzyılın en büyük buluşudur diyen” gene kendisidir. AET’ye başvurunun Türkiye’nin bağımsızlığının sonu olduğunu İnönü çok iyi bilmektedir. Şu sözler de kendisine aittir:

Ankara Anlaşması, Türkiye'yi ebediyen Avrupa’ya bağlayacaktır.
İsmet İNÖNÜ
25 haziran 1963 Türkiye-AET anlaşması parafe edildi. 12 eylül 1963 Türkiye ile AET'yi bir Gümrük Birliği'ne götürecek ve ilerde de tam üye durumuna sokabilecek olan ortaklık anlaşması, Ankara'da büyük törenlerle imzalandı.
Bu mantık ve kafa ile bu günlere gelinmiştir. Bu açıdan baktığımızda günümüzün siyasetçilerinin sadece İnönü'nün çizgisinden gittiklerini ve gelinen noktaya bu yol izlenerek gelindiğini söyleyebiliriz.
12. Atatürk’ün kapattığı mason derneklerini tekrar açan yine kendisidir. Mason teşkilatları İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasından yalnızca 1 ay sonra tekrar faaliyete geçmişlerdir. Sömürgecilerin kontrolünde Lions ve Rotaryen derneklerinin açılmasını serbest bırakmak da İ. İnönü’nün oğlu Erdal İnönü’ye nasip olmuştur. Türkçe isimli hiçbir yardım ve kültür derneklerine üye olmayan Türkiye'deki sözde aydınlar, üniversite öğretim üyeleri bu tür derneklere üye olmak için birbirleri ile yarışmaktadır.
13. Önümüze niyet mektupları hazırlayarak bize veren ve sonra da bizim ülkemiz aleyhine bütün kararları “biz bunları kendimiz için istiyoruz, n’olur sizin sömürgeniz olmamız için imzaladığımız bu niyet mektuplarını kabul edin” diye yalvardığımız İMF’ ye giriş başvurusu da yine İsmet İnönü tarafından imzalanmıştır.
14. Dolma bahçe Sarayı arşivinde yeni bulunan belgelere göre, Atatürk'ün cenazesi daha saraydaki katafalktayken, 18 Kasım 1938'de alınan bir kararla Sarayda bulunan Atatürk heykelinin sökülerek bilinmeyen bir yere kaldırılmıştır.
"Saray mimarı F. Akyal" imzalı belgede, heykelin palangalarla söktürülüp hamallarla bilinmeyen bir yere taşınması için izin isteniyor. Devlet işlem için 25 lira 80 kuruş ödemiştir. http://www.hossohbet.net/genel/70443-ismet-inonunun-ilk-icraati.html
Yukarıdaki açıklamalarda da gördüğümüz gibi eğer TC’yi büyük bir gemi gibi düşünürsek bunun doğrultusunu tam olarak tersine çeviren ve bugünlere kadar gelen rotayı çizen kişi İsmet İnönü’dür. İktidarlar, partiler değişmiştir fakat bu doğrultu değişmemiştir. Bir iktidar veya parti itibar kaybetti mi ona muhalif gibi çıkan fakat aynı siyasetleri savunan diğer bir parti iktidara getirilmektedir. Halk da bu parti kavgalarının figüranı-amigosu yapılmaktadır. Adı şu veya bu olan partiler bu savaşta bir görev mangasıdır. (Görev mangası=task force: Özel bir amaç için oluşturulmuş geçici askeri birim veya devam eden bir görevi icra etmek için oluşturulan kısmen devamlı birimdir.) Bilindiği gibi İnönü’nün CHP’si, ondan çıkan DP’si ile ve onu takip eden ve bir bayrak yarışı gibi Amerikancılığı ve Avrupa Birlikçiliği elden ele taşıyarak bugüne gelen, isimleri değişen fakat siyasetleri değişmeyen bu partiler Türkiye’yi sömürge durumuna sokmuşturlar.
TC devleti ortadan kalkma noktasına gelmiştir. Artık sadece AB ülkeleri değil, bir aşiret reisi bile açıkça Türkiye’ye tehditler yönetebiliyor. Fakat komadaki bilinçsiz kitleler Bizans’ın son döneminde meleklerin kanadının olup olmadığını tartıştığı gibi teferruat konular üzerinde yoğunlaşmakta ve asıl çelişkiyi görmekten kaçınmaktadır. Bu cümleden olmak üzere solcu, ulusalcı gibi görünen bazı akım ve partiler dahi nedense açıkça ve cesaretle “AB” ye, NATO'ya, yabancı dille eğitime, özelleştirmeye, sağlık alanında en büyük özelleştirme olan sağlıkta dönüşüme karşı çıkamamaktadırlar.
Herkes maalesef CHP’nin Atatürk öldükten sonra da Atatürk’ün doğrultusunda gittiğini fakat diğer partilerin buna karşı olduğunu sanmaktadır. Sadece İsmet İnönü değil daha sonra gelen CHP yöneticileri İsmet İnönü doğrulturunda Atatürk karşıtı siyasetleri canla başla savunmuşlar ve AB ve ABD’ye kölelik ve hizmet yolunda birbirleriyle yarışmışlardır. Bunun örneklerinden birisi bir sömürge görevlisi olarak Türkiye gönderilen ABD ajanı ve vatandaşı Kemal Derviş’in görülmemiş bir şekilde olağanüstü yetkilerle atanarak milletvekili ve bakan yapılmasıdır. Böyle bir kişi bulunmaz Hint kumaşı gibi diğer partiler tarafından da paylaşılamamıştır. Kendisine ekibi ile birlikte kontenjan veren CHP'de de DSP'de olduğu gibi tabandan da bir tepki gelmemiştir. İhanet sadece tepede değildir.
Kendini Atatürkçü, milliyetçi ve ulusalcı kabul eden bütün kesimlerin sıra AB ve ABD’ye kölelik ve onların uşaklığı yapmaya gelince birbirleriyle bu şekilde çılgınca yarışmaya gitmelerinin nedeni nedir? Bütün bunların Kemalistliğin ve ulusalcılığın karıştırılmasına neden olan Kemalizm karşıtı İnönü darbesi ile açıklayabiliriz. Bir yandan zihin mühendisliği ve hipnoz yöntemleri ile “Atatürk’ün silah arkadaşı, kendi yerine bıraktığı kişi” gibi tarif edilerek gerçek kimliği ve amacı gizlenebilmiştir. Bu şekilde daha sonra ABD ve ABD’ye, İMF’ ye teslim olma ve Atatürk Devrimlerinden ve politikalarından adım adım geriye gidilmesi; bunlara İnönü gibi bir şahsiyetin karşı çıkmaması ve hatta öncülük yapması nedeni ile muhalefet yapılamamıştır. Bu kesimler, bu uygulamaları “Atatürk yaşasaydı o da aynısını yapardı. Çünkü İnönü böyle yaptı!” diyerek onaylamışlardır. Bugünün AB’ci Kemalistleri (yeni mandacılar) Atatürk deyince İnönü’yü anlamaktadır. Bunun en son kanıtı ABD, AB, İMF ve DTÖ gibi örgütlerle en teslimiyetçi ve işbirlikçi ve hatta vatan hainliği olarak adlandırılabilecek anlaşmaları imzalayan, ABD derin devletinin adamı Kisinger’in eğitiminden geçen Bülent Ecevit’in cenaze töreninde görülen manzaradır. Neticede İnönü’nün çizgisinden giden Ecevit’in, bu çizgiyi izleyen ve bunu her fırsatta söyleyen AKP liderlerinden hiçbir farkı yoktur. Fethullahçılığı savunma konusunda da bu kesimlerden arkada kalmayan Ecevit, gereksiz çıkışları ile Vahdettin’i bile savunma ihtiyacında olmuştur. Bu kişi ölünce kitleler nedense kendisini Atatürkçü ulusalcı bir kişi olarak algılanmış ve cenaze törenine katılan kişiler arkasından kime ve neye üzüldüklerini bilmeden göz yaşı dökmüşlerdir. İnönü’nün yaptığı işleri doğru kabul eden kitleler, neticede aynı siyaseti izleyen ve farklı bir iş yapmayan diğer siyasetçileri gerici, türbancı olarak suçlamaktadır. Bu durumun tam adı “toplumsal şizofrenidir”.
Türkiye cumhuriyeti tıpkı bir örümceğin ağındaki kurban gibi anlaşmalar, paktlar, ittifaklar ve AB ve ABD baskıları ile çıkartılan bağımlılık ve teslimiyet anlaşmaları ile tam anlamı ile bir sömürge durumuna getirilmiş bir ülke olup, parçalanma ve paylaşılma sürecine girmiştir. Bu durumda aynen sözde muhalifleri gibi patronları ABD ve AB sağ, sol, milliyetçi, sosyal demokrat veya AB Atatürkçüsü siyasi parti ve akımlar aynı amaca hizmet etmekte ve her parti veya dernek kendi üyelerini uyutmak ve bu büyük projeyi sorunsuz halletmek istemektedir.
Yöneticiler gaflet, delalet ve hıyanet içinde iken halkın durumu da onlardan farklı değildir. Halk da ortada nasıl bir oyun sergilendiğinin farkında değildir. Onlar da gaflet ve delalet içindedir. Hıyanet içinde olmak bir yana hıyanetin bedava figüranlığını yapmaktadır.
Bu noktadan çıkılabilecekse veya çıkmaya karar verilecekse bu duruma gelinme nedenlerinin ortaya konması gerekmektedir. Bu nedenle Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet yıkma ve yönünü değiştirme konusunda katkı yapan kişi ve siyasetleri ne açık bir şekilde ortaya serilmelidir. İsmet İnönü olmak üzere halkımız tarafından yanlışlıkla Atatürkçü olarak bilinen ve hasbel kader bir zamanlar Atatürk’ün yanında bulunan, onunla resim çektiren bazı liderlerin ne olduğuna karar verilmelidir. O günlerin tarihi incelendiğinde bu gibi kişilerin de Atatürk’ün yanında bulundukları günlerde de onun elini ayağını bağladıkları ve O’na engel olmaya çalıştıkları görülecektir. Atatürk yeni rejimi kurarken mecburen eski tuğlalardan yararlanmak zorunda kalmıştır.
Eğer İnönü'nün yaptıklarına karşı çıkılmıyorsa, Tayip Erdoğan’ın yaptıklarına da karşı çıkmamanız gerekmektedir. Tayip Erdoğan’ın yolu İsmet İnönü’nün yolu olduğu gibi bizzat kendisi de İnönü’nün yolundan gittiğini iftiharla belirtmektedir. . Cumhurbaşkanlığı tartışmalarına da bu açıdan yaklaşırsak Türkiye'yi NATO'ya, AB'ye sokan, ikili anlaşmaları imzalayan Kıbrıs’ı veren, özelleştirme, yabancılara toprak satışı ve İkiz İhanet Yasalarını onaylayan Cumhurbaşkanları Atatürkçü ve laik bir kişi olarak bu makama uygun olabiliyorlarsa, gene aynı yolu izleyen ve eşi turban takan bir kişi neden cumhurbaşkanı olmasın. Katolik giysisi giyen, Jinsa’dan ödül alan devlet adamlarımız oldu. Güneydoğuda yıllarca savaşan, şehit ve gazi olan vatan evlatlarına Devlet Üstün Hizmet Madalyası verilmezken, böyle bir ödül AB için yaptığı katkılardan dolayı Jack Kamhi’ye verilmiştir. Devlet AB’nin kontrolünde olursa üstün hizmet de AB’ye hizmettir. Bunlardan rahatsızlık duymadık da turbandan mı duyacağız?
Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra ne olur? Hiçbir şey olmaz. Yeni Cumhurbaşkanı da ABD’ye bağlılık içinde ve AB yolunda elinden geleni yapacak ve İsmet İnönü’nün çizdiği yolda ilerleyecektir.


25 Ağustos 2007 Cumartesi (Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce)





Bir anı:


http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=3413

11 Mayıs 1950’de NATO’ya üyelik başvurusu yaptı. Sonuç alamadı. Bunun üzerinde kamuoyunda ciddi bir tepki doğdu.
Seçimleri DP kazanacak ve iktidarı devralırken "Niye NATO’ya girmediniz" diye soran Bayar’a, İnönü şu cevabı verecektir:
"Aldılar da girmedik mi Celal Bey!.."

GATS ANLAŞMASI KAPSAMINDA BULUNAN HİZMET SEKTÖRLERİNİN SINIFLANDIRILMIŞ LİSTESİ

GATS ANLAŞMASI KAPSAMINDA BULUNAN HİZMET SEKTÖRLERİNİN SINIFLANDIRILMIŞ LİSTESİ Çeviri: Selim Yılmaz Aşağıdaki sınıflandırma 1994...