MODERN TIP ?
MODERN TIP VE TIBBİLEŞTİRİLMİŞ BİR YAŞAM...
Maliye Bakanlığı’nın tasarruf gerekçesi ile 1 Temmuz’da yayınladığı “Tedavi Yardımına İlişkin Uygulama Tebliği” ve bunu takiben 116 kalem ilacın bedeli ödenecek ilaçlar listesinden çıkarılması üzerine basında hemen bir koro halinde bu uygulamalar eleştirilmiş ve “insanlar ölsün mü “ edebiyatı başlamıştır. Genel olarak sağlık sistemimizde yapılan büyük değişiklikler ve dönüşüm konusunda sağlıklı bir siyaseti ve muhalefeti bulunmayan kesimler tarafından bu uygulamaya şuursuz bir tepki sergilenmiştir. Burada “Big Pharma” olarak da isimlendirilen uluslar arası ilaç şirketlerinin anlayışı ve çizgisi doğrultusunda bir muhalefet sergilenmiştir. Tabii ki AKP’nin “Sağlıkta Dönüşüm” programı ile getirdiği piyasacı sağlık sisteminin özelliklerini bilmeden getirilen bu uygulamaları sağlıklı bir şekilde yorumlamak mümkün değildir. Her şeyden önde AKP’nin aldığı bu tedbirler getirdiği kendi sistemi ve uygulamaları ile çelişmektedir. Bu ilaç politikasına karşı bilinçsiz muhalefet, savunanları bilerek veya bilmeyerek ilaç firmalarının çıkarlarını körü körüne savunma durumuna itmiştir. Aynı şekilde sağlık sisteminde dönen bozukluklar ve temel çelişki gözden gizlenerek hatalı bir nokta üzerine gereksiz yere yoğunlaşılmıştır.
Bu bilinçsiz ve şuursuz muhalefet bir zamanlarına “sağlığa bütçeden çok az para ayrılıyor”, “önce birinci basamağı kuvvetlendirelim” veya “hastanelerde rehin kalma” edebiyatının bir parçasıdır. Bu şekilde her zaman olduğu gibi olayın özü gözden kaçırılarak sahte bir gündem yaratılmış ve kamu oyu yanıltılmaya çalışılmıştır. Bu şekilde de sözüm ona hükümetin sağlık siyaseti eleştirilmiştir.
Şurası kesindir ki bir ülkede genel olarak siyasi sistem her şeyi belirler. Bir ülkede her alanda kapitalist-liberal bir sömürge ekonomisi uygulandığı zaman o ülkede insan merkezli-kamucu veya toplumcu bir sağlık sisteminin uygulanması mümkün değildir.
Şimdiye kadar sağlık sorunlarının bir sistem sorunu olduğu gözden kaçırılarak sorunların ya çalışanlardan, ya bütçeden bu alana daha az pay ayrıldığından ya da çalışanlara yeterli ücret verilmediğinden dolayı yaşandığı söylenerek hastalarla hekimler ve sağlık çalışanları karşı karşıya getirilmiştir. Sistemden kaynaklanan bozukluk ve aksaklıkların faturası da ancak kurulan sisteme uygun ve onun görevlendirdiği şekilde çalışmak zorunda kalan hekimlere kesilmiştir. Emperyalist ekonominin daha da hakim hale gelmesi sonucunda madenlerin, kamu sanayi işletmelerinin, içme sularının, limanların, hava alanlarının özelleştirilerek yabancılara satıldığı gibi, sağlıkta da aynı politika uygulanmaya başlanmıştır.
Şimdiye kadar hatalı bilinen noktalardan birisi “kamu sağlık sistemi= devletin verdiği veya devlet kontrolündeki sağlık sistemi”; piyasa merkezli-kapitalist-liberal veya küreselleşmeci sağlık sistemi= özel sağlık kuruluşlarının verdiği sağlık hizmeti olarak algılanmıştır. AKP’nin sağlıkta dönüşüm programı ile bu ayrımın bu şekilde tanımlanmasının doğru olmadığı anlaşılmış ve çok uzun zamandan bu yana gerek kamusal gibi görünen gerekse özel görünen sağlık kuruluşlarında piyasa merkezli ve kapitalist sağlık anlayışının uygulandığı görülmüştür. Bu piyasa merkezli sağlık sistemi aynı zamanda “modern sağlık sistemi” diye de bilinmekte olup en iyi örneği olarak da ABD’deki sağlık sistemi gösterilmektedir. Modern sağlık sistemi kavramının açılması ve eleştirilmesi ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte her iki sistem arasındaki farkın kabaca açıklanması gerekmektedir. Burada “modern” kelimesi, özenilecek, bilimsel en iyi sağlık hizmeti verilen sistem anlamında değil, sağlık teknolojisi ve ilaçların gerekmediği halde aşırı, yaygın ve sistemik olarak sağlık hizmeti verilmesi adı altında kitlelere uygulanması ve bu şekilde uluslararası firmaların kasasına bu işten kazanılan paraların aktarılması anlaşılmalıdır.
“Modern” veya serbest piyasa veya küreselleşmecilerin savundukları sağlık sisteminin temel özellikleri şunlardır:
1. Sistem hasta veya insan merkezli değil piyasa merkezli çalışır. Yapılan hiçbir işlem hastanın sağlık sorunlarına yardımcı olma anlamında ele alınmaz. Bu sistemde hastanın sorunu ve hastalığı değil hastada bulunabilecek ve gelişebilecek hastalıklar tedavi edilmeye çalışılır.
2. Hastanın iyileşmesi değil devamlı olarak sağlık sistemine bağımlı olması esastır. Artık müşteri olarak kabul edilen hastaların, sağlık hizmeti alıyorum kandırmacası ile sistemin daimi müşterileri ve abonmanları olmaları hedeflenmektedir.
3. Kişilerin tek tek veya onları oluşturan toplumun önde gelen ciddi hastalıkları ve sorunları değil bu sistemi yöneten kartelin belirlediği gündeme ve hastalıklara göre sağlık sorunları tedavi edilmeye çalışılır. Tedavi edilen durumlar çoğunlukla gerçekte bir hastalık olmayıp, sistem tarafından topluma vahim ve ölümcül sağlık sorunu olarak kabul ettirdiği yapay hastalık veya durumlardır. Bu şekilde sistemde gerçekte bir hastalık olmayan menapoz, osteoporoz gibi doğal fizyolojik durumlar en vahim ölümcül hastalıklar olarak takdim edilerek hastalar veya hiçbir hastalığı bulunmayan müşteriler yıllarca süren bir tedavi programına alınmaktadır.
4. Sistemde hastalık ve hastalara küresel ekonomi açısından yaklaşmak esastır. Bir hastada bir kere sistemin (hastane veya sağlık kuruluşu) içine girer girmez ona hastalığı ile ilişkili olsun olmasın olabilecek en fazla tetkik ve inceleme yaptırılır ve bunları içinde özellikle pahalı olanları (tomografi, MR, DNA dizi testleri, anjiografi gibi) rutin (körlemesine anlamında) istenir ve bunlar sık sık tekrarlanır.
5. Hasta ya uzun süre ayaktan takip edilir veya bir şekilde yatırılarak kullanılabilecek her türlü tıbbi teknoloji hasta üzerinde denenir. Sırf tıbbi teknoloji kullanılarak hastanelerin gelirlerini arttırmak amacı ile hastalarda bulunmayan ve bir sorun teşkil etmeyen her türlü hastalık dönüp dönüp aranır ve tekrar aranması için hastalar kontrollere çağrılır. Modern tıp hastada mevcut olan sorun ve hastalıktan çok gelişebilecek hastalıklarla ilgilenir.
6. Modern tıp da hastada kullanılabilecek en fazla sayıda ve en pahalı ilaç muhakkak kullanılmalıdır. Uluslar arası ilaç firmalarının tedavi anlamında en anlamsız, en etkisiz, en pahalı ve insan sağlığına hiçbir yararı olmayan ilaçları en yararlı faydalı, vazgeçilemez ilaçlar olarak tanıtılarak hastalarda kullandırılmaktadır. Hastalarda bir ilaç kullanma-tüketme kültürü oluşturularak bu şekilde onların devamlı olarak ve sorgulamadan ilaç kullanmaları sağlanmaktadır. Bu sisteme göre her hastalık ilaçla tedavi edilmelidir. Her hastalığın bir ilacı vardır. Hatta hastalıkların ilaçları bulunmasa bile bazı ilaçlar bu hastalıklarda etkili varsayılarak veya risk faktörleri (?) üzerinde etkili kabul ettirilerek kullandırılmaktadır. Ya da kişilere ya ilerde oluşabilecek hastalıklardan korunma veya ilerde oluşabilecek hastalıkların gerçekleşme oranlarını azaltma adına ilaç kullandırılmaktadır. Modern tıp devamlı ilaç kullanılan tıp anlamındadır.
7. Bu sistemde tıbbi cihaz ve malzemeler hastalara olan yararı için değil bu cihazları satan pazarlayan ve kullananların ekonomik yararları, kârları ve komisyonları için kullanılırlar; kullanıma gerek olmasa de uyduruk gerekçelerle bunların kullanılması sağlanır. Hastaya stent mi uygulanacak, kalça ve diz protezi mi takılacak, yama mı kullanılacak aynı işi gören en pahalısı kullandırılmalıdır. Artık yaraların bile iyileşmesi için ithal yara bakım ürünleri veya basınçlı oksijen tedavileri verilmesi gerekmektedir.
8. Sistem uygulamaları sonucu sağlıklı insanlar değil hasta ve sakat insanlar artmaktadır. Bu da sistem için dolaylı bir kazançtır. Sistem tıbbi tedavide başarısızlığı ödüllendirmektedir. Yetersiz tıbbi tedavi ve girişim veya gereksiz olarak yapılan tedavi ve tıbbi teknoloji kullanımlarına bağlı olarak hastaların yatış süreleri uzar, güçleşir ve karmaşıklaşırsa sağlık kuruluşlarının elde ettiği kârlar artar. Sistem devamlı hastanede bakıma ihtiyacı olan veya yatan hastaları sevmektedir. Nitekim Üniversite hastanelerinde hastaların çoğu zaman ortalama ayaktan takip süreleri en az bir ayı bulurken, yatarak takip süreleri de bazen ayları bulmakta; bu arada bir çok kez hasta evine izinli gönderilip tekrar yatmaktadır.
9. Bu sistemde hastalıklar değil olasılıklar ve ihtimaller veya yüzdeler tedavi edilirler. Örneğin, koroner kalp hastalığı gelişmesin diye nerede ise toplumun tamamına kolesterol, lipid (kan yağı) düşürücü ilaçlar ve benzer şekilde kemik erimesi (osteoporoz karşılığı kullanılan kelime) için kalsiyum ve kemik erimesi ilaçları kullandırılmaktadır.Not: koroner kalp hastalığı kolesterolle ilişkili bir hastalık olmadığı gibi, osteoporoz ilaçları ile de kemiklerin kırılmaya karşı direnci artmamaktadır).
10. Bilindiği gibi kanserin kesin bir tedavisi yoktur. İyileşme olarak bildirilen rakamlar belirli hasta grubları için ortalama yaşam süresinin ki, bildirilen bu süreler de çok uzun süreler değildir. Çoğu günler ve aylarla ifade edilebilirler. İşte bu kanserli hastalar sanki hastaya bir faydası varmış gibi yakın takiplere alınır, bunlarda başta görüntüleme yöntemleri olmak üzere gerek tedavi ediyorum diyerek gerekse kullanılan tedavilerin yan etkilerini gideriyorum diyerek aşırı, yararsız ve batı kaynaklı tıbbi teknoloji fayda zarar muhasebesi yapılmadan kullandırılmaktadır. Bu sistemde toplumsal sağlık sorunları, meselâ, her gün en az 10 – 15 kişinin ölümüne ve onlarcasının yaşamına neden olan trafik kazaları bireysel bir suç olarak kabul edilirken, 10-15 kişinin ölümüne neden olan kuş gribi en temel hastalık kabul edilmektedir.
11. Sistemde herhangi bir sorunla veya sorunsuz olarak hastanelere başvuran hastalar veya kişilere hemen kolesterol, hepatit, menapoz ve diğer hormon tesleri, hepatit markerler ve HİV (AİDS) testleri muhakkak yaptırılır. Hasta bayansa meme filmleri, kemik taramaları muhakkak yaptırılarak hastalar yapay adet görme tedavisine (menapoz tedavisi) alınırlar.
12. Sistemde baş ağrısı veya başka bir sorunla hastaneye başvuran kişilerden ya körlemesine kolesterol, hepatit testleri yapıldığı gibi, bayan her hastada kemik taraması, meme filmi çekilmesi yapılır ve hastalar yapay adet görme tedavisine alınır.
13. Cerrahi uygulamalar ve diğer girişimler hasta ve hastalıkları tedavi etme amacıyla değil tamamen parasal getirileri ve dış kaynaklı ithal teknoloji kullanmaları için yapılır. Gereksiz ameliyatlar, girişimler, tetkikler, yatırılmalar, konsültasyonlar, kontroller kontrolsüz ve insan sağlığını tehdit eden bir noktadadır. Ameliyatlarda pahalı malzeme, cihaz , ilaç ve sarf malzemelerinin uygulandığı ve hastada gene yabancı kaynaklı ve pahalı cihaz ve protezlerin uygulandığı ameliyat şekilleri tercih edilmektedir.
Kısaca yukarıda anlatılan özelliklerde küresel-modern-medeni veya ne derseniz deyin sağlık sisteminin uygulandığı ülkemizde kamu sağlık sistemi var mıdır? Var mıydı veya olabilir miydi? Ülkemizde Üniversite Hastaneleri ve Devlet Hastaneleri uzunca bir süredir mülkiyeti devlette görünmesine rağmen küresel sağlık sisteminin en iyi uygulandığı hastanelerdi. Mülkiyet devlette görünmesine rağmen sistem, uluslar arası ilaç ve tıbbi firmalarının istediği şekilde yürütülmekte idi. Bu sistemde kamunun elinde olan tek kamu sağlık kuruluşu SSK ve SSK Hastaneleri idi. Bu hastanelerin de zamanında, küresel veya kapitalist sağlık sistemini uygulayan bakan ve yöneticiler yüzünden tam olarak bir kamu hastanesi olarak çalışması engellenmiştir. Kendisinin bütün sağlık hizmetlerini vermesi yerine bunları sistemle bütünleşen üniversite, özel ve devlet hastanelerinden ya da özel sağlık kuruluşlarından almak zorunda bırakılmıştır. Bu hastanelerin düzgün bir şekilde çalışması özellikle yöneticileri tarafından baltalanmış ve çalışma koşulları güçleştirilmiştir. Bu hastanelerdeki en ufak bir olumsuzluk SSK’nın kötülenmesi ve küresel ve kapitalist sağlık sisteminin övülmesi için kullanılmıştır.. Bu şekilde kullanılan propaganda sonucunda önce bu kuruluşlar sahipleri olan sigortalıların gözünden düşürülmüş ve onların kafalarında bitirilmiştir. İkinci aşamada önce üniversite hastaneleri ve daha sonra devlet hastanelerinde uygulanmaya konan performans uygulaması ile, hekimlere hastaneye kazandırdıkları oranda kâr payı vermekten başka bir anlamı olmayan uygulanmalar gündeme girmiştir. Buradaki performans bir hizmetten çok hastaneye veya sisteme para kazandırma becerisi veya performansını göstermektedir. Sigorta hastanelerinde çalışan hekimler de bu performans rüşvetine kanarak hastanelerinin sistemle bütünleşmesine karşı çıkmamışlar ve kör topal da olsa bir kamu hastaneciliği yapan veya yapmaya çalışan bu hastanelerin de bu şekilde köküne kibrit suyu ekilmiştir. Bu hastanelerin çoğuna da Atatürk ve ulusalcılıkla dalga geçer gibi Atatürk Hastanesi gibi isimler verilmiştir. SSK Hastaneleri kapatılırken SSK’nın mülkiyetindeki Milli İlaç fabrikası da kapatılarak bu fabrika tarafından üretilen fabrikada ve hastanelerde bulunan ilaçların tüketimine de son verilmiş ve hemen bunların yerine uluslararası firmaların ilaçlarının kullanılmasına geçilmiştir. Küresel – kapitalist sağlık sistemini kavramayan bir kısım ilerici ve yurtsever de SSK Hastanelerinin Devlet Hastanesi’ne dönmesini neticede kamuya ait bir hastanenin gene kamuda kalması sanarak hoşgörü ile kabul etmiş ve sevinmişlerdir.
Bu dönüşümden sonra Devlet’in elindeki hastanelerde (devlet ve üniversite hastanelerinde ne olmuştur. Bu hastanelerin en temel özellikleri nelerdir.
Bu hastaneler yukarıda anlattığımız liberal-küresel-sömürge sağlık sisteminin bütün belirgin özelliklerinin en yaygın şekilde uygulandığı hastaneler olmuşlardır. Hastanelerimiz ABD’deki hastanelere benzemiş ve onlar gibi çalışmaya başlamıştır.Devredilen SSK Hastaneleri de devredildiği günden itibaren sistemin istediği gibi çalışmaya başlamıştır. Bu hastanelerde de artık yukarıda bahsettiğimiz anlayışta sözüm ona sağlık sistemi verilmeye başlanmıştır.
Bu sistemin bir bütün olarak çalışmasını irdeleyelim. Sistemin mali kaynağı SSK ve Bağ-Kur’da sigortalıların ödedikleri primlerle; emekli sandığı ve yeşil kartta da halkın ödediği vergilerden elde edilen gelirlerle sağlanmaktadır. Emekli Sandığı ve bağ kurda Devlet hastaneleri tarafından geri dönüştürülen paranın bir kısmı çıkarıldığında kalan paranın büyük bir kısmının Üniversite ve Özel Hastanelere ve bu hastanelerde uygulanan tıp ve sağlık hizmeti anlayışı ile de uluslararası ilaç ve tıbbi malzeme firmalarına aktarılmaktadır. SSK ve Bağ-Kur’ un topladığı primlerde bu sistem vasıtası ile Devlet, Üniversite ve Özel Hastanelere aktarılırken, her üç hastanede uygulanan sağlık hizmeti anlayışı ile toplanan paralar uluslar arası tıbbi cihaz ve malzeme üreten ilaç firmaları ile gene uluslar arası ilaç firmalarının kasasına akıtılmaktadır. Küresel ve kapitalist kartelin kasasına temiz olarak finansman sağlayan bu sistem, “insanlar ölsün mü”, “insan hayatı hiçbir şeyle ölçülemez”, “sağlık için hastaya gereken her şey yapılmalı” edebiyatı ile kamufle edilmektedir. Bu şekilde görünüşte sisteme muhalefet edenler sisteme en büyük yardım ve desteği saptamakta ve kendilerini farklı bir cephede sanmakla birlikte onlarla aynı cephede savaşmaktadır.
Yukarıdaki özetlediğimiz sağlık sistemi hemen bütün hükümetlerin denediği ve özünde karşı olmadığı, asıl proje sahibinin AB kurumları, İMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi emperyalizmin küresel projelerin yürütücüsü organlarca hazırlanmakta, hükümetlere kabul ettirilmekte, hükümetlerin kendi projeleri gibi tanıtılsa da gene yukarıdaki kuruluşların kitle önünde verdikleri direktif ve talimatlarla gerçekleşmektedir. Hükümet ve siyasi partiler de bunları biz bunları yabancılar için değil kendi halkımız için yapıyoruz; onlar istemese de biz bunları gene yapmalıyız,” diyerek halka takdim ettirmektedirler. Yukarıda anlatıldığı gibi sistematik olarak hortumlanan kamu sağlık kuruluşlarının paralarının kısa sürede suyunu çekeceği açık olmakla birlikte bu durum bile gene İMF’nin uyarıları ile fark edilmiş ve gündeme gelmiştir. Fakat sözüm ona AKP’ye karşı siyasi partiler ve toplumsal muhalefetten de bu sisteme önemli bir eleştiri gelmemiş, sistemin tali ve önemsiz sorunları ile uğraşılmış ve esas sorunun tartışılmasından özenle kaçınılmıştır. İMF baskıları ve belirlenen takvim doğrultusunda hükümet daha önce yaptıkları ile tamamen çelişen bir anlayışla bazı tedbirler almak zorunda kalmıştır. İMF bu tedbirleri daha önce birkaç kez ilan etmişti. Aslında burada da bazı doğru kararları alınmakla birlikte sistemde önemli bir değişiklik saptanmamıştır. Bu sosyal güvenlik kuruluşlarının kasasındaki paraların hortumlandığı sistemin izlenmesi ile daha kolay anlaşılacaktır. Şu nokta unutulmamalıdır. Bu sürecin sonunda hükümet ve dış güçler sosyal güvenlik kuruluşlarını tamamen çökertmeyi hedeflediği gibi mülkiyeti devletin elinde olan sağlık kuruluşları da, bakın, kamu bunları iyi işletemiyor, bu kurumlar iflas ediyor, devlete yük veya kambur; en iyisi bunları satıp özelleştirelim, anlayışı ile özelleştirilerek Telekom ve KİT’leri gibi yabancılara satılacaktır. Sonuçta hem sosyal güvenlik kuruluşları hem de devletin elindeki sağlık kuruluşları uluslararası şirketlerin eline geçecektir.
Sağlıkta dönen sahtekarlıklar ve soygun yöntemleri yıllardır basında yer almakta olup, birçok yurtsever SSK ve Sağlık Bakanlığı müfettişinin ortaya çıkardığı yolsuzluk ve skandalları bu sistemi kavramadan anlamak mümkün değildir. Diğer taraftan hükümetlerin aldığı hiçbir tedbir ve uygulama bu sorunları ve soygunu önlemeye yönelik değil aksine bir sonraki seferde müfettiş denetimleri nasıl engellenebilir ve bu iş nasıl kitabına uydurulur anlayışı ile yürütülmektedir.
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ 55. OLAĞANÜSTÜ BÜYÜK KONGRESİ KARARLARI ELEŞTİRİSİ
Aşağıdaki adrese göz atmanızı tavsiye ederim. UY
http://med.ege.edu.tr/~halksag/seminerler/2006-07/Ilac_End_Kuresellesme_UlusalCikarlar_BK.pdf
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ55. OLAĞANÜSTÜ BÜYÜK KONGRESİ KARARLARI ÜZERİNEÇÖZÜMLEME VE ELEŞTİRİ
(18-19 Kasım 2006, Ankara)
TTB Büyük Kongresi kararlarına baktığımız zaman kongrenin ülkemizdeki temel sağlık sorunlarını ve başta Sağlıkta Dönüşüm Projesini kavramadığını veya bilerek yer yer bunu desteklediğini görmekteyiz. Bu kararlar üzerindeki çözümleme ve eleştiriler, kararları alan kişi ve grupları eleştirmekten çok tabip odaları ve üyelerinin mevcut durumu daha sağlıklı bir şekilde görmelerini ve duruşlarını ona göre belirlemelerini sağlamak ve tarihe not düşmek içindir. Bazen kararlara katılan grupların desteğini sağlamak için birbiri ile çelişen kararlar bile alınmıştır.
DÖNER SERMAYE UYGULAMASI
10)Kamuda çalışan hekimlerin döner sermaye vb. adlar altında aldıkları ödemelerin emeklilik ücretine yansıtılması konusunda çalışma yürütülmesi için TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
TTB bir yandan sağlıkta dönüşüm programına karşı çıkarken diğer taraftan bir çok yerde bu uygulamaları görmezlikten gelmekte veya bazı uygulamalarını savunurken zımnen sahip çıkar bir duruma girmektedir. TTB önce sağlıkta dönüşüm programı konusunda kesin tavrını belirlemelidir. SDP uluslar arası tıp kartelinin belirlediği bir sağlık düzeni ve anlayışını savunmaktadır. Kamuda çalışan hekimlere, hastaneye kazanç sağlayan her türlü işlemden komisyon vermek olarak isimlendirebileceğimiz döner sermaye uygulaması hastaların ve sigorta sisteminin aleyhine olarak gereksiz işlemlerin (gereksiz yatış, tahlil, kontrol, konsültasyon, girişim, ilaç kullanma ve hasta sevki) artmasına yol açarak tıbbi piyasanın şişmesine, hastaların daha fazla süre hastanelerde tutulmasına ve işten uzaklaşmasına vb. neden olmaktadır. Bu, özünde bir tüketim ve pazarlama performansıdır. Mal ve hizmet satan ve bunun miktarını arttırdığınız oranda çalışanlara prim veren sistemlerde (ticaret ve endüstrilerde) bu anlayış geçerlidir. Nitekim ilaç firmaları da temsilcilerine (reprezantör) kendi ilaçlarının satış cirolarına göre ücret ve prim vermektedir. Performans adı altındaki döner sermaye uygulaması böyle bir prim sistemidir. Diğer taraftan ilaç ve tıbbi cihaz, malzeme satan firmalar da ilacını veya cihazını yazdırmak için çoğu zaman hekime de prim vermektedir. Düzen böyle işlemektedir. Sağlık hizmetlerinde esas sağlık hizmeti adı altında yapılan harcamaların ve hasta sayısının arttırılması değil azaltılması olmalıdır. Sağlık Bakanı SDP ile hastanelerin hasta sayılarının arttığından bahsetmekte ve bunu bir başarı olarak takdim etmektedir. Sağlık hizmetinin amacı hasta nüfusu değil sağlıklı nüfusu arttırmaktır. Nitekim hastanelerin yaptığı bu yüksek ciro ve teşvik edilen harcamalarla toplanan paraların önemli bir kısmı doğrudan uluslararası medikal kartele akmaktadır. Kısaca sistem onlara çalışmaktadır.
Bu uygulama sonucunda hasta olan veya hasta olmadığı halde hastanelere başvuran kişi sayısı artmış, gereksiz ilaç, tıbbi malzeme ve cihaz kullanmada bir patlama yaşanmış ve bu kalemlere ait giderler tavan yapmıştır. Diğer taraftan bu performans rüşveti, proje tamamlandığında sokağa bırakılacak hekim kitlesinin SDP çerçevesinde alınan karar ve uygulamalara sıcak bakmasına ve yeterli muhalefet yapmamasına neden olmuştur. Performans uygulanmasını savunanlar için böyle bir uygulamayı savunmanın gelecekte bir utanç belgesi olacağı unutulmamalı ve tabip odaları ve TTB tutumunu buna göre belirlemelidir. Performansı savunan bu ifadeler maalesef büyük kongre kararlarına geçmiştir. Performans uygulaması savunulacağı yerde, hekimlere daha iyi ücret verilmesi, çalıştıkları bölge ve yerleşim yerlerine göre mahrumiyet zamları verilmesi ve tedavi sonuçlarının başarılı olduğu, iyileşme sürelerinin kısaldığı, komplikasyonların ve ölüm oranlarının (azaldığı), kaza ve sakatlıkların en aza indiği ve rasyonel ilaç ve malzeme kullandığı gibi ölçütlerle hekimlere ek ücret ve tazminat verilmesi gibi taleplerin savunulması gerekirdi.
Sağlıkta Dönüşüm Projesi neticede bütün unsurları ile DTÖ, İMF, Dünya Bankası gibi uluslar arası sömürgeciliğin icra organları tarafından dayatılan ve yürütülen bir proje olduğu için, ABD ve AB tarafından da desteklenmektedir. Her konuda sömürgeci proje ve uygulamaları savunan bu kuruluş ve devletlerin sağlıkta kamucu ve insan merkezli bir sağlık sistemini savunmasını düşünmek imkânsızdır. Zaten projenin amacı sağlık piyasası (sağlık hizmeti değil) ve sağlık sigortacılığını uluslar arası sermayeye açmak ve vatandaşın sağlık için yapacağı giderleri en fazla oranda arttırarak tıp karteline kazanç sağlamak ve genel sağlık sigortacılığı ve özel sigortalar vasıtası ile bu giderleri karşılayacak finansman yaratmaktır.
Performans uygulamasının zararlarını tekrar özetleyelim:
1. Hastalara hastalıkları ve tedavileri için gerektiğinin çok üstünde ve abartılı olarak, tüm harcama kalemlerinde ve gereksiz işlemlerde artış (tetkik, tahlil, görüntüleme ve endoskopik işlemler, yatış, girişim ve ameliyat, ilaç, tıbbi malzeme, sarf malzemesi ve cihaz kullanılması, uzun yatış, takip ve sık kontrol gibi) .
2. Hastalar açısından: gereksiz ve uzun yatış; sık kontrol, gereksiz işlemlerden dolayı işten uzak kalma, iatrojenik yaralanma ve kazalara maruz kalma ve bu nedenlerle artmış komplikasyon, ölüm ve sakatlık oranları. Bu uygulama insan sağlığı açısından ve tıp ahlakı bakımından uygun değildir.
3. Hasta başına tedavi maliyetinin artması ve hastanelerin para kazanma merkezli çalışan ticari birimlere dönüşmesi ve hastanelerde vahşi kapitalizm ilkelerinin uygulanması. Bu hastanelerin adının Devlet veya Üniversite hastanesi olması bir şeyi değiştirmez. Sözde devletin olan bu hastanelerde de kamusal bir sağlık hizmeti verilmemektedir. İhraç edilecek muz ve salatalığın boyuna kadar ölçülerini belirleyen küresel güçlerin sağlık hizmetlerini de istedikleri gibi yönlendirdikleri ve yaptırdıkları açıktır.
4. Yapılan işlemlerle (ilaç, tıbbi malzeme, cihaz, sarf malzemesi gibi) kalemlerde yapılan harcamalarla elde edilen gelirin büyük bir kısmının uluslar arası kartele akıtılması ve bu kartele iyi bir pazar ve müşteri yaratılmasıdır.
5. Bu uygulama kötü tıbbi uygulamaları (malpraktis) ödüllendirmekte ve hekimleri bu şekilde (hastalara zarar verecek şekilde) çalışmaya teşvik etmektedir. Sistem kötü uygulamayı da kişiselleştirerek olumsuzlukların faturasını da hekime kesmektedir.
TTB Büyük Kongresi bununla yetinmeyip bu ücretlerin emekliliğe de
yansıtılmasını istemektedir. Bu paraların tek tek kalemlerin komisyonlarının toplanmasından ibaret olduğu unutulmaktadır. Emekli olduktan sonra hekim hangi faaliyeti ile hastanelerin kazancını arttıracaktır ve böyle bir paraya hak kazanacaktır? Performans ücreti yakacak yardımı gibi bir maaş zammı değildir!
Büyük kongre Sağlıkta Dönüşümün hastaneler ve hastalar üzerinde bu kadar büyük ve yıkıcı etkileri varken sadece performans üzerinde durması ve bunu savunması anlamlı olup not edilmesi gerekmektedir.
Hukukun bir gün gelip herkese lâzım olacağı gibi, sağlık hizmetinin de hekim de olsa herkese bir gün lâzım olacağı unutulmamalıdır. Bir sistem hekimlere ayrı işlemez. Hekimin kendisi hastalandığında da hastanelerde onu tedavi eden hekim bu performans anlayışına göre onu tedavi edecektir. Düzen kimseye ayrıcalıklı davranmaz.
Bir de şöyle bir mazeret ileri sürülüyor:
Tamam! Ama bu uygulamadan hekimler memnun; biz buna karşı çıkarsak hekim kitlesini karşımıza almıyor muyuz?
Performans uygulaması hekimlerin kendi icat ettikleri ve kendi başlarına uyguladıkları bir uygulama değildir. Hekim kitlesinin büyük bir çoğunluğunun bugün aldatılmış olması ve bu performans rüşvetine kanması, bizim bu uygulamaları eleştirmemize engel değildir. Hekimler bugün değilse bile yarın gerçeği göreceklerdir. Hekimler toplum dışında yaşamıyorlar. Hekim olmayan aile fertleri, akrabaları, yakınları ve dostları vardır. Sistem hem kendilerine hem de onlara da aynen uygulanacaktır. Mevcut uygulamalar karşısında hekimler medikal kartelin sağlık pazarlamacıları mı yoksa hekim mi olacaklarını bir kez daha düşünmeli ve ona göre karar vermelidirler.
Bilindiği gibi emperyalist ülkeler ve bunların icra organlarının en iyi bildiği şeylerin başında yönetmek gelir. Bunlar kendi çıkarları için yaptıkları projeleri uygularken sömürdükleri ülke halkının da büyük bir kısmını yanlarına çekerler ve kendi mücadeleleri için onları savaştırırlar. Onların çıkarlarını savunan ve bu uğurda savaşan kişiler aslında sömürgecilerin (ABD, AB ve bunların icra organları olan medikal kartel, İMF, DB gibi) davasını savunurken kendi çıkarları için savaştıklarını sanırlar.
Madde 12- TTB-UDEK Yürütme Kurulu’nun görevleri:
a. Uzmanlık eğitimi ve uzmanlık uygulaması konusunda TTB, ATUB, Sağlık Bakanlığı, YÖK ile ilişkileri yürütmek,
b. TTB Merkez Konseyi’ne her yıl çalışma raporu vermek,
c. Uzmanlık eğitimi ve diğer etkinlikleri değerlendirmek, Genel Kurul üyelerini ve dernekleri bilgilendirmek.
d. TTB-UDEK Genel Kurul kararlarını uygulamak ve bu amaçla üyeler arasında eşgüdüm sağlamak.
Türkiye’de TTB ve Tabip Odaları’nın hekim hakları ile ilgilenmediği için geniş hekim kitleleri tarafından bir yandan eleştirilirken diğer taraftan da hekimlerin uzmanlık alanlarına göre veya başka adlar altında yaygın bir şekilde örgütlenmeye gittiği görülmektedir. Burada, TTB-UDKK, Tıpta Uzmanlık Tüzüğü’nde bulunan uzmanlık alanlarının temsilcilerini, bir çatı altında toplayarak, uzmanlık eğitiminde özgün ulusal modelin geliştirilmesini, korunmasını ve üyesi olduğu UEMS (Avrupa Uzmanlar Birliği) ile uyumlu hale gelmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bu uygulama AB’nin Avrupa Müktesebatı’nı (Avrupa’nın hukuk ve diğer mevzuat ve standartları) Türkiye’ye kabul ettirme mücadelesinin tıptaki bir uzantısı durumundadır.
AB’nin genel amaçlarına uygun olarak (devletin ve resmi kurumların tasfiyesi, yönetimin dernek benzeri kuruluşlara verilmesi) Sağlık Bakanlığı ve YÖK’ün devre dışı bırakılması ile devletin dışında “yarı resmi” bir organ sıfatı ile bu derneklerin örgütlenerek daha sonra uzmanlık eğitiminin sivilleştirilmesi gibi amaçlardan bahsedilmektedir. Tabi ki bu proje anlamsız ve uzun vadeli bir proje olması yanında neticede AB’nin dümen suyuna girilmesi ile Türk Sağlık Sistemi’nin AB’ye uydurulmasının bir unsuru haline dönüşmektedir. Her şeyden önce böyle bir proje Türkiye Cumhuriyeti’nin AB ile bütünleşebileceği durumlarda söz konusudur. Bunun böyle olamayacağı AB üyesi ülke liderlerinin açıklamaları ve Türkiye’ye tavsiye edilen rol ile açıktır. Bu durumun adı, ayrıcalıklı üyelik adı altında Porto Rico gibi, AB mandası altında AB’nin yönetim organları, yasaları ve mevzuatı ile yönetilen, fakat yönetime doğrudan katılmayan tam bağımlı sömürge olmaktır. AB ülkeleri daima TC’nin AB’ye üyeliğine karşı çıkarken, hiçbir AB ülkesi bu şekilde (hukuken bağlı fakat hiç bir karar alma oranında bulunmadan bağlanma) AB’ye bağlanmamıza karşı çıkmamaktadır. Hatta Türkiye AB'den ayrılmak istese bile AB, Türkiye'nn AB'den ayrılmasına izin vermeyeceklerinden bahsetmektedirler. Bir takım geri zekâlılar da bu ifadeleri AB her şeye rağmen bizi seviyor, bizden vazgeçemiyor; demek ki eninde sonunda bizi alacaklar diye yorumlamakta, tatlı rüyalar görmektedir. Bu gidişle bir yandan hükümet ve diğer yandan TTB'nin bu yönde faaliyetleri ile sadece sağlık sisteminin değil tıp eğitimi, diploma ve tıbbi sertifikalar konusunda da AB'ye bağlanmamız kaçınılmazdır. Bunlar da TTB vasıtası ile Türk Tıp Eğitimi, diploma ve sertifikalarının UEMS (Avrupa Uzmanlar Birliği) ile uyumlu hale getirilmesi adı altında AB'ye bağlanması anlamına gelmektedir.
Hekimler AB’de de geçerli sertifika ve diploma alarak AB ülkelerinde çalışarak para kazanacaklarını umarken, zaten serbest dolaşımın hiçbir şekilde mümkün olmaması nedeniyle Türk hekimleri AB’de iş bulamayacak, aldıkları diploma ve uzmanlık belgelerinin de geçerlilikleri, vizeleri gibi işlemler de AB tarafından yapılmaya başlayacaktır.
Diğer taraftan bu uzmanlık dernekleri hekimlik çalışmalarında yozlaşma ve uluslar arası kartelin hekim kitlesi üzerinde etki ve hakimiyetini arttırmasına katkı sağlamaktadırlar. Bu dernekler kartele mensup firmaların desteklediği lüks otel ve tatil köylerinde bir yandan tatil yaparken diğer yandan onların ürünlerini kullanmak ve uygulamak doğrultusunda eğitilmektedirler. Bu tatlı komisyonlar hekimlerin bilimsel, eleştirel ve tarafsız düşünmelerini etkilemektedirler. Sağlık piyasasının uluslar arası sermayeye kontrolsüz olarak açıldığı ve her türlü tıbbi ürün ve ilacın kontrolsüz ve serbestçe bu piyasaya girdiği, satıldığı ve kullandırıldığı bu durumda derneklerin görevi ve etkisi daha da önem kazanmaktadır.
Bu nedenle Tabip Odaları’nın toplantılarına çok az hekim katılırken, bu derneklerin toplantılarına bir çok hekim katılmaktadır. Ayrıca TTB ve Tabip Odaları’nın da kartele mensup ilaç firmaları ve diğer acentaların desteklediği toplantılar yapmaması ve bunlardan katkı dilemesi ahlaki yönden eleştirilmesi gerekli bir durumdur.
Hekimlerin sağlık sorunları ile ilgilenmeleri ve görüş geliştirmeleri için gerekli tek organ tabip odalarıdır. Uzmanlık branşları üye oldukları tabip odaları çerçevesinde oda içi örgütlenmeye gidebilirler ve oda çerçevesinde çalışmaya katılabilirler. Bunun dışındaki örgütlerle tabip odalarının resmi ilişkiye girmesi veya eşgüdüm kurulları oluşturması anlamsız ve gereksizdir.
Bir konuda görüş veya siyaset geliştirme başka başkaları tarafından verilen eğitimin kontrolünün kendisine verilmesini isteme olayı başkadır. Eğitim YÖK veya Sağlık Bakanlığı tarafından veriliyorsa eğitim şeklini şüphesiz onlar belirleyeceklerdir. Dünyanın hiçbir ülkesinde tıp eğitimi tabip odaları tarafından düzenlenmez. TTB sadece eğitimle ilişkili görüş ve önerilerini ilgili mercilere iletebilir; bu konuda çalışma yapabilir. Şu anda Türkiye'de verilen tıp eğitiminin tamamen kartelin programına göre yürütüldüğü ve bu eğitimden geçen kişilere hastalıklar dahil kartelin ürünlerinin pazarlamacılığı dışında bir rol verilmediği açıktır.
TTB’nün örtülü olarak bu ve benzeri konularda AB ile ilişkilere girmesi AB ve küresel siyasetlerle uyum içinde yürütülen SDP’ne muhalefet noktasında TTB'nin güvenilirliğini yitirmesine neden olmaktadır. Bu ayrıca bütün hekimlerin üzerinde düşünmesi ve karar vermesi gereken bir husustur.
16)Aile Doktorluğu ve Genel Sağlık Sigortası uygulaması ile hekimlik yetkilerinde ciddi sınırlamalar ortaya çıkabilecek olan kurum hekimi, işyeri hekimi, vb. hekimlerin, kazanılmış haklarının korunması için gerekli çalışmaları yapmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oyçokluğuyla kabul edildi.
Bu gün hekimlik, hekimlerin kendi başlarına, kendi vicdan ve tarafsız değerlendirmelerine göre yaptıkları bir iş değildir. GSS uygulamaları ile sadece eski bazı uygulamalar değil, sağlık ve sigorta sistemi bütünü ile değiştirilmekte ve bir sağlık piyasasına dönüştürülmektedir. Burada bazı mevzilerin korunması veya savunulması söz konusu değildir. Zaten savunulacak bir mevzi de kalmamıştır. Sisteme esastan karşı çıkmak gerekir.
18)Bütçe Uygulama Talimatı vb. hukuksal düzenlemelerle sağlık hizmetlerinde bilimsel ölçütlere dayanmayan her türden kısıtlamaların derhal durdurularak, üniversitelerin, uzmanlık derneklerinin ve Türk Tabipleri Birliği’nin de içinde olduğu bilimsel bir kurul tarafından belirlenmesi için girişimlerde bulunmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
TTB BK delegeleri şu anda uygulanmakta olan sistemi hiç anlamamıştır. Önce şunu vurgulamak gerekir ki, bugün sağlık hizmetleri zaten bilimsel ölçütlere göre değil piyasanın yönlendirilmesine ve ihtiyaçlarına göre verilmektedir. Hekimler bu süreçte kendilerine verilen görevleri yapmakta, kendi başlarına ve bildikleri gibi hekimlik yapmamaktadırlar. Mevcut düzen içinde hastane çalışmaları ve "Bütçe Uygulama Talimatı" nedir? Bunları açıklama ihtiyacı vardır. BUT, sosyal güvenlik kurulunca tedavi edilecek ve karşılığı ödenecek sağlık hizmetleri, hastalık, tedavi ve girişimlerinin isimleri ile paket (her şey içinde) veya paket olmayan (işlem başına ücret=fee for service) fiyatlarını kapsamakta olup medikal kartelin istekleri doğrultusunda hastalara bir faydası olmayan, uydurulmuş veya tartışmalı bir çok girişim, işlem ve tedavi buralara yerleştirilmiştir. Bu şekilde neticede bir çerçeve belirlenmiştir. Hastaneler bu kitaptaki ücret ve işlem kodları üzerinde zekâ ve yaratıcılıklarını kullanarak elde edebilecekleri kazançları kitabına uygun bir şekilde arttırabilmektedirler. Tıp bilimi artık bu BUT’na göre gelir ve kârı arttırma bilimi haline dönüşmüştür. BÜT’nı, ABD ve AB ülkelerindeki örneklerine göre üniversitelerden seçilen bir heyet hazırlamaktadır. Bu ülkelerdeki uygulamaya benzemektedir. Zaten dönüşüm amacı bu benzetmeyi sağlamaktır. BUT, mevcut sağlık sistemi ve anlayışına uygun olup bunun farklı bir şekilde hazırlanması ile hiçbir sorun çözülmez. TTB BK kararlarında bir yandan sağlıkta dönüşüme sözde karşı çıkılırken diğer taraftan bu sistemin unsurları üzerinde yapılacak tadilat ve düzenlemelerle sorunların (hangi sorunlar?) düzelebileceğinden bahsedilmektedir. Bu BUT’ına yapılan itirazların nedeni, buradaki ücretlerin çok düşük olması ve ne kadar göstermelik olursa olsun burada konulan ölçütlerin neticede göstermelik de olsa bir denetim hakkı ve imkânı vermesidir. Ticari işletme haline gelen hastaneler, “kendilerinde sağlık hizmeti olarak” tanımlanan her türlü hizmetin fatura tutarı ne olursa olsun sorgulanmadan ve denetlenmeden ödenmesini istemektedirler. Bunlar yaptıkları çoğu pahalı işlemlerin yapılıp yapılmadığı konusunda işlemlerin belgelendirilmesinin istenmesinden bile rahatsız olmaktadırlar. Nitekim SSK’nın Sağlık Bakanlığı ile yapmış olduğu hizmet protokolünde yapılan hizmetlerle ilgili faturaların eklerinde HİÇ BİR BELGENİN İSTENMEYECEĞİ KOŞULU özellikle vurgulanmaktadır. Bağ-Kur, Emekli Sandığı ve Yeşil Kart’ta hiçbir denetim yapılmazken, SSK’da göstermelik bir denetim birimi vardır. SSK tarafından bu tür denetimlerin nasıl yapılacağı konusunda hiç bir ölçü ve denetim tarzı geliştirilmediği için, olması gerekenin 5-10 katı şişirilmiş bu faturalardan ancak cüzi, göstermelik kesintiler yapılabilmektedir. Bunların dahi yapılmaması ve gönderilen faturaların hiç incelenmeden ödenmesi için çalışanlara her türlü baskılar yapılmaktadır. Kısaca yeni getirilen düzende bu rahatsızlık konusu denetimlerin de göstermelik olduğu kolayca anlaşılacaktır. Hastanelere ve eczanelere ödemelerde güçlükler ve gecikmeler, denetimlerden değil ödenecek paranın temin edilmesindeki güçlüklere bağlıdır.
19)Kamuda çalışan hekimlerin tayin, nakil ve atamalarının siyasi iradeden bağımsız olarak Türk Tabipleri Birliği’nin de içinde bulunduğu bir kurul aracılığıyla yapılmasını sağlamak için, gerekli çalışmaları yapmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Bilindiği gibi SDP ile Sağlık Bakanlığı sağlık hizmeti veren bir kurum olmaktan çıkacaktır. Sürecin sonunda kamuda çalışan hekim filân da kalmayacaktır. Hastanelerin özelleştirilmesi veya özelleştirilmeyecek derecede kârlı olmayan işletmelerin de belediyelere ve yerel yönetimlere devri söz konusu olacaktır. Siyasi irade bu öneri karşısında gayet açıklıkla "Evet biz de sizin gibi düşünüyoruz. Hastanelerin özel şirketlere devri ile tayinlerde siyasi irade ve kişilerin etkileri zaten yok olacaktır... Biz de neticede bunu yapmaya çalışıyoruz." diyebilirler. TTB'nin bu isteğinin gerçekleşmesi için ortada bir "kamu" bulunmalıdır. Getirilen düzende artık kamu hastaneciliği kalmayacaktır. Ayrıca ister özel ister kamu olsun hiçbir kuruluş kendi işlettiği birimlere olan tayinleri kendi dışındaki bir kuruluşa yaptırtmaz. Böyle bir talebi de kabul etmez. Dünyada bunun örneği yoktur. Bunun olabilmesi için TTB'nin bu kuruluşları satın alması gerekir!
21)Türk Tabipleri Birliği emeğin serbest dolaşımı ilkesini savunmaktadır. Ancak Hükümet tarafından yabancı uyruklu hekimlerin ülkemizde istihdamına olanak sağlayan hukuksal çalışmaların karşılıklılık ilkesi gözetilmeksizin yapılması ve asıl olarak hekim emeğinin ucuzlatılması girişimi olması nedeniyle, gerekli hukuksal ve demokratik mücadeleyi sürdürmesi için TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Emeğin serbestçe dolaşımı ilkesi bir AB ilkesidir. Fakat AB içinde dahi bu kural bazı ülkeler için geçerli olup Türkiye için hiçbir zaman geçerli değildir ve olamayacaktır. Çünkü TC, AB' ne girilse dahi emeğin serbestçe dolaşımı hakkından zaten işin başında vazgeçmiştir. Dolayısı ile bu kural tersine ve tek taraflı işleyecek ve AB'nin işsiz hekimleri ve sağlık çalışanları Türkiye'de bu şekilde istihdam alanı bulacaktır. Bu durumda "emeğin serbestçe dolaşımı ilkesi"nin savunulması saçmadır ve gerçekçi değildir. Sorunun bu şekilde ifade edilmesi ile Türkler için hiçbir zaman olmayacak ve tek taraflı çalışacak serbestçe dolaşıma örtülü bir şekilde evet denilmektedir. AB ülkeleri, eğitimini ve ihtisasını AB ülkelerinde sağlayan Türk hekimlerine bile kendi ülkelerinde serbestçe çalışma hakkı vermemekte, Türk hekimler bu ülkelerde çoğunlukla korsan veya gizli çalışmaktadırlar.
22) Sağlıkta Dönüşüm Programı gereği A’dan Z’ye sağlıkla ilgili hizmetlerde değişiklikler yaşamaktayız. Sağlık çalışanları bu politika içerisinde sadece gerekli yaptırımların uygulanması aşamasında görülmekte; bu politikaların üretilmesinde hiç yer almamaktadır.
Döner Sermaye, Personel Dağılım Cetveli, Genel Sağlık Sigortası ve benzeri uygulamalar ile ilgili politikaların netleştirilerek özel bir tavır ya da eylem programlandırılmasına yönlendirilmesi için çalışmaları yapmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi TTB ve hekimler SDP'nde politika üretilmesine katılmamaktadırlar. Ayrıca "Döner Sermaye, Personel Dağılım Cetveli, Genel Sağlık Sigortası ve benzeri uygulamalar ile ilgili net bir politika" da yoktur. TTB, şimdiye kadar SDP ve bunun unsurları olan GSS ve aile hekimliği gibi konularda tavrını açık olarak belirlemeliydi. Bu eleştirinin bir amacı da bu tür politikaların üretilmesine ve anlaşılmasına katkıda bulunmaktır. TTB tepede kendi başına siyasetler belirleyeceğine ve eleştiriler karşısında olumsuz tavır takınacağı yerde, hekim kitlesini bu sorunlarda düşünmeleri ve kendi çözüm önerilerini üretmeleri konusunda cesaretlendirmelidir. SDP bir Türkiye projesi değildir. Bütün ayrıntıları ve unsurları ile dışarıda hazırlanan ve onların görevlendirdikleri denetmenlerce bir plan çerçevesinde yürütülen bir projedir. Ne yazık ki şimdiye kadar buna seyirci kalınmıştır.
23) Birinci Basamak Sağlık Hizmetlerini tahrip eden Aile Doktorluğu uygulamaları ve katılım zorunluluğu olan uyum eğitimlerinin derhal durdurulması için gerekli girişimlerde bulunmak üzere, TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
SDP sadece birinci basamak hizmetlerini değil bütün sağlık hizmetlerini tahrip etmektedir. Aile hekimliği paketin bir parçasıdır. Evet SDP'nin aile hekimliği uygulamalarına karşı çıkılmalıdır. Fakat aslolan SDP'nin tamamına karşı çıkılmasıdır. GSS ve “aile hekimliği” uygulaması İMF’nin üzerinde özellikle vurgu yaparak yaptırtmaya çalıştığı bir uygulamadır. İMF, programda “gecikildiğinden” bahsetmektedir. Demek ki düzenlenen plan çerçevesinde nelerin ne zaman bitirileceğine bile karar verilmiş.
Bu vesile ile şunu da ayrıca belirtmek gerekir ki SDP çok kapsamlı ve unsurlarından birisi olmazsa olmaz bir projedir. Projenin içinden zorlamalarla veya iyi niyetle iyi uygulama parçaları aramak nafile ve yanıltıcıdır. Bazı projelerin algılanması ve değerlendirilmesi konu ile ilgilenmeyenler için çok zor olabilir. SDP geçici değil kalıcı olmak üzere uygulanan bir projedir. Bu projenin sağlık sistemine ve insanlara verdiği zarar kolay kolay telâfi edilecek gibi görünmemektedir. Çünkü her şeyden önce sağlığın veya sağlık hizmeti adı altında tıbbi tüketim kalemlerinin alınıp satılabilecek bir konuma indirgenmesi hem sağlık çalışanlarına ve hem de halka benimsetilmiştir.
24) 01.01.2007’de uygulamaya başlatılması kararlaştırılan Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası bu haliyle sağlık sistemimize finansman yönünden hiçbir fayda sağlamayacağı gibi, yeni bir kaos ortamı yaratacak mahiyettedir. Bu konuda toplumu aydınlatmak ve kamuoyu yaratmak üzere çalışma yapmakla TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Bir hizmetin finansmanı iki şekilde karşılanır:
1.Herkesten belirli bir şekilde toplanan vergiler veya primlerle,
2.Hizmeti alan kişinin cebinden yaptığı nakit ödeme ile.
“Finansman meselesini” kimsenin anlamayacağı teknik bir konu gibi ele almanın bir yararı yoktur. GSS’de bunu yukarıdaki her iki şıkkı da kullanarak çözmeyi düşünmektedir. Mesele, finansman meselesinden çok toplanan bu paranın hangi amaçlarla toplandığı ve nerelere harcanacağı meselesidir. GSS ile vatandaşın cebinden “gerek prim ve vergi” gerekse de özel sigorta ve cepten nakit ödeme ile sağlık ticaretine daha fazla para çekmek veya moda deyimle “sağlığa ayrılan” parayı arttırmak hedeflenmektedir. Aslında sadece finansman meselesi değil projenin tamamı üzerinde tabip odalarının ve merkez konseyinin aydınlanması ve toplumu aydınlatması gerekir. Bugüne kadar bu konunun üzerine cesaretle gidilememiştir. Çünkü gelinen noktada ve tek taraflı propaganda ile sadece halkın, sendikaların, siyasi partilerin değil (solcu partiler dahil) hekimler ve sağlık çalışanlarının büyük bir çoğunluğu, projeye karşı değildir; projenin uygulanmasından hâlâ çok umutludur. Projeye esastan ve tümü ile radikal ve militan bir muhalefet göremiyoruz. Tabii ki burada tabip odası içinde veya TTB kongresine katılan şu veya bu grubu eleştirmiyoruz. Eleştiri neticede bu kararlara katılan bütün gruplara olup amaç sorun karşısında tabip odaları ve TTB’nin duyarlılığını arttırmaktır. Eğer neticede SDP’ne hekim kitlesi karşı çıkmıyorsa bunu da cesaretle söylemek ve tarihe bu şekilde geçirmek gerekir. TTB ve memur sendikaları da projenin sadece bazı uygulamalarına karşı imiş gibi davranmaktadırlar. Burada bahsettiğiniz konularda da susmaktadırlar veya görüş belirtmemektedirler. İşçi sendikalarının durumu ise daha acıdır. SDP konusunda doğru önderlik ve siyasetlerin olmaması nedeniyle, İMF, Dünya Bankası, DTÖ ve AB’nin diğer uygulamalarına karşı toplumda ciddi bir muhalefet ve nefret geliştiği halde SDP ve sağlık alanında bunu görememekteyiz. Türkiye’de uygulanan SDP’nin tam bir çöküşe doğru gittiğini görmek ve anlamak için çok zeki olmak gerekmiyor. İlgili bakan ve kuruşların açıklamaları bile bu gidişin yönünü göstermektedir. (16. Ekim 2006 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin haberine göre sağlık harcamaları bir yıl öncesine göre % 60 oranında artmıştır) Fakat, buna rağmen, program tamamlanıp sağlık ve sigorta sistemi çökmeden önce bu durumda bir değişiklik olmayacakmış gibi de görünüyor. Bu şekilde tarihe de not düşüyorum…
25) Sağlıkta Dönüşüm Programı kapsamında sağlık alanının ticarileştirilerek sağlık çalışanlarının tek taraflı sözleşmelerle, taşeronlaştırma ve siyasi iktidarların keyfiyetinde iş güvencesinden yoksun çalışmaya mecbur edilmesi kabul edilemez. Grevli - toplu sözleşmeli çalışma hakkı için mücadele etmekle TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oy çokluğuyla kabul edildi.
Burada da ilk cümlede genel gidişe karşı çıkılmakta ve durum kabul edilmez bulunmaktadır. Daha sonra da sanki “mevcut durum” bir şekilde kabul edilerek, mevcut duruma karşı mücadele yöntemi ve şekli olarak da “grevli-toplusözleşmeli çalışma hakkı” bir alternatif olarak savunulmaktadır. Ülkemizde küresel sömürgecilerin sağlık dışındaki diğer projeleri ve onlarla tam uyum içinde çalışan sendikalar sayesinde hiçbir sendika veya işçi örgütü artık bunların karşısına bir güç olarak çıkabilecek durumda değildir. Maalesef bu örgütlerin yöneticileri AB fonlarından para alarak veya farklı yöntemlerle onların istedikleri gibi bir örgüt haline sokulmuştur. Sağlıkta özelleşme bittiği zaman memur sendikalarının dahi ortada kalmadığını göreceğiz. Bugün projeye karşı herhangi bir varlık gösteremeyen sendikaların, ilerde sendikal hakları korunsa bile neyin mücadelesini verecekleri merak konusudur.
28) Ülkemizin 40 yıllık birikimi olan Sağlık Ocaklarının kapatılarak Aile Doktorluğu ofislerine dönüştürülmesi uygulamalarının kınanmasına ve bu uygulamanın durdurulması için her türlü meşru hukuksal girişimlerde bulunmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Aile hekimliği, sadece izin (sertifika veya yetki belgesi) verilen kişilerin açabildiği ve sadece bazı özel işlerin yapılabildiği özel muayenehanelerdir. Aile hekimliği bizim sağlık ocağı olarak bildiğimiz birinci basamağın özelleştirilmesinin adıdır. Aile hekimlerinin tam olarak hekimlik yapma ve her türlü ilacı yazabilme yetkisi dahi yoktur. Daha ziyade sistemin bürokratik bir unsurudur. Kendisini buralara uğramadan sağlık hizmeti talep edenlere daha fazla ücret tahakkuk ettirilmesi ile gösterecektir. Hastalar artık bir de bu aile hekimlerinin kapılarında sevk için bekleyecek ve istenilen hastaneye girebilmeleri için rüşvet ve komisyonlar vermek zorunda kalabileceklerdir.
29)Döner sermaye ve performansa dayalı ücret uygulamalarının ve 1 Temmuz 2006 genelgesinin eğitim hastaneleri ve tıp fakültelerinin eğitim/araştırma/hizmet sorumluluklarını yerine getiremez hale getirdiğinin altı çizilerek; eğitim hastaneleri ve tıp fakültelerine genel bütçeden ayrılan ödeneklerin arttırılması için girişimlerde bulunmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
TTB’nin yaptığı en vahim değerlendirmelerden birisi de budur. Sanki “döner sermaye uygulaması” eğitim veren ve fakülte hastanelerinin çalışmalarını engellemekte ve onların aleyhine çalışmaktadır. Döner sermaye uygulamaları bu hükümetten önce başlamıştır ve Üniversite hastanelerinde zaten uygulanıyordu. AKP döneminde ise bütün devlet hastanelerinde de uygulamaya konulmuştur. Bu uygulamanın ana amacı hastaneleri kendi elde ettiği gelir ve kâr ile geçinen bir ticarethaneye dönüştürmektir. Bu uygulamada hastaneler gelir ve kâr paylarını arttırmak için hekimlere yaptıkları iş veya hastaneye getirdikleri kazanç oranında kâr payı vermektedirler. Bunu alabilen hekim de maaşa göre daha fazla kazanç elde ettiği için bu sistemi sevmektedir. Kapitalizmin ana felsefesi budur; kendi kazanırken kendisine kazanç sağlayanlara da kâr payı vermek. Sistem en tepeden en aşağıya kadar bu kâr paylarının ve komisyonların dağıtılması ile işler. Sistemin ikinci ayağı da zaten bir işletme olan hastanelerin, sağlık işlerini, hizmetlerini (tomografi, MR, endoskopi, laboratuar tetkikleri ve diğer tedavi hizmetleri), ilaç kullanımını, girişim, ameliyat ve yatışları abartarak artık bir geri ödeme kuruluşu haline gelen Sosyal Güvenlik Kurumundan tahsil etmesidir. Bütçe Uygulama Talimatı ile bazı girişimlerin kâr payları ile hesaplanan fiyatları (paket fiyat) saptanmıştır. Üniversite hastaneleri bu paket fiyatlar üzerinden hizmet vermeyi kabul etmedikleri gibi, tedavi ve girişimleri paket fiyatların beş-on katı gibi fiyatlara ancak mal ettiklerini söylemekte ve işlemleri insan aklının alamayacağı oranlarda abartmaktadırlar. Yatan hastalarda tahlil sayılarının bazen bin, bin beş yüzlerleri bulduğu gibi, sağlık hizmeti ve insan sağlığı ile hiçbir ilgisi olmayan, yok yere morbidite ve mortaliteye neden olan gereksiz ameliyat ve girişimler olabildiğince abartılmaktadır. Bu girişimlerin kendilerine uygulandığı hastalar da “en modern sağlık sistemi”ni aldıkları için sevinmektedirler. Çünkü onlar da sistemin gönüllü ve abone “müşterisi” haline gelmişlerdir. İlgili tarafların baştan karşı çıkmadığı sistemin üçüncü ayağı da, geri ödeme
kuruluşlarınca yapılan incelemeler sonucunda bu kuruluşların yaptığı fazla, abartılı, gereksiz veya yapılmayan işlemlerin yapıldı gibi gösterildiği kalemlerin göstermelik bir şekilde incelenmesi ve bu şekilde ödemelerin sağlama alınmasıdır. Hastaneler tarafından şişirilen bu kalemlerde, yapılan sözde incelemelerle ancak cüzi ve önemsiz kesintiler yapılabilmektedir. Bu da sistemdeki hata ve kötü kullanımları ne önlemekte ne de düzeltmektedir. Bu sözde denetim yapan geri ödeme kurumları da yapılan bu abartılı ve şişirilmiş faturaları olduğu gibi onaylayıp ödeyecek şekilde çalışmaktadır veya böyle kurulmuşlardır. Emekli Sandığı ve Bağ Kur’da gönderilen faturalar hemen hemen olduğu gibi ödenmektedir. Zaten bu kuruluşlarda bu işi yapacak ciddi bir denetim sistemi ve elemanı yoktur. SSK’da ise, kurulan denetim sistemi, esasen sağlıklı bir denetim yapamaması için her türlü önlemin alındığı göstermelik bir sistemdir. Bir taraftan oluşturulma şekli ve mevzuatı ile sağlıklı ve etkili denetim yapması oldukça güçleştirilen bu kuruluşlar, diğer taraftan gerek mevzuat gerekse de doğrudan baskı ve yönlendirmelerle bu tür denetimleri ve usülsüz kesintileri yapamaz hale getirilmişlerdir. Ayrıca her türlü fatura şişirilmesine imkân veren bu sistemde yapılabilen kesintiler cok önemsiz kalmakta ve etkili olamamaktadır. Meselâ, paket fiyatının on katı abartılmış bir faturada % 10 kesinti yapıldığını düşünelim… Paket fiyatı 100 lira olan bir işlem 1000 YTL’ye fatura edilmiş ise, kesinti ile bu tutar 900 YTL’ye inmekte ve kuruluşa gene fazladan 800 YTL fazladan ödenmektedir. Bu kuruluşlarda çalışan hiç bir denetim elemanı bu konuda bir eğitimden geçirilmemiştir. Gerekli ve yeterli mevzuatla desteklenmedikleri için gerçekten bir denetim yapmadıkları ve yapamadıklarını, ancak çok az sayıda kişinin üstelik de kişisel olarak zarara uğrama pahasına bu denetimleri yapabildiğini de ayrıca belirtmek gerekir. Üniversiteler bu şekilde olağan bir şekilde elde etmeleri gereken tutarların onlarca katı fazla parayı sosyal güvenlik kuruluşlarından almakta olup, tahammül edemedikleri kesintiler de, “kaza ile” kesilen bu cüzi tutarlardır. Basında yıllardan bu yana yer alan, bir çok yazı ve habere konu olan bu konularda ne yazık ki TTB duyarsız kalmakta ve bu temel sorunu görmezlikten gelmektedir. Sosyal güvenlik Kuruluşlarının parası “yağma Hasan’ın Böreği” değildir. Zaten sosyal güvenlik kuruluşları mevcut sağlık giderlerini karşılayamamaktadır. Bir noktada deniz bitecek ve tatlı kârlar hâyâl olacaktır. Şu anda uluslararası tıp kartelinin belirlediği gibi ve onların yararına olan bir sağlık anlayışının eğitimini veren tıp fakültelerinin artık bir bilim kurumu olup olmadıkları da tartışmalıdır. Tıp fakülteleri ve hastaneleri de moda deyimle çok önceden kartel sistemine uygun bir yapıya dönüştürülmüştür. Tıp fakültesi hastaneleri, kartelin ürettiği yeni ve pahalı ilaç, tıbbi cihaz, malzeme, biyomedikal ürün ve sarf malzemelerinin araştırma ve çalışma adı altında gereksiz ve yaygın şekilde tükettirildiği, pazarlandığı kurumlara dönüşmüştür. Buralarda çalışan hekim ve çalışanlar dikkatli ve uyanık olmalıdır. Çünkü, Dünya Ticaret Örgütüne verilen taahhütler arasında sırada üniversitelerin tamamen özelleştirilmesi de vardır.
Diğer taraftan üniversite başka bir şeydir; üniversitede çalışan hekim başka… Üniversite hastaneleri buralarda çalışan hekimlerin malı-mülkü değildir. Fakat sistem verdiği komisyonlarla buralarda çalışan hekimleri de tamamen hakimiyetleri altına almıştır. Kendi çıkarları doğrultusunda kullanmakta ve çalıştırmaktadır.
Burada bahsettiğim konular, şu anda Türkiye’de bir tabu olup, hiç kimse ne bu konuda konuşmakta ne de böyle şeyleri duymak istemektedir. SSK Sağlık İşleri İle İlgili bir soruşturmada TTB yönetimi hiç bir haklı ve meşru dayanağı bulunmayan sürgünleri savunarak, bu vesile ile bir kere daha sağlıkta dönüşüm sistemini savunan idarenin uygulamasına arka çıkmıştır. Soruşturma, denetim yapan Sağlık İşleri İl Müdürlüklerinde, yapılan inceleme ve denetimlerde hastane faturalarında şişirilen, abartılan, yapılmadığı halde yapıldı gösterilen veya diğer usulsüz işlemlerle ilgili göstermelik de olsa yapılan kesintilerin hiç yapılmaması ve yapılmış kesintilerin usulsüz ve kanunsuz bir şekilde re'sen iptalleri nedeniyle yapılmıştı...Üstelik bu soruşturmalarda şikâyetçi olan ve daha sonra şikâyette bulundukları için sürülen hekimlerin iddiaları, hatta daha fazlası müfettiş raporları ile de kanıtlanmıştır. “Sağlıkta Dönüşümün” ne olduğunun ve nasıl bir sağlık sistemi getirilmek istendiğinin anlaşılması için bu soruşturma ve sonuçlarını iyi anlamak ve incelemek gerekmektedir. Durum böyle iken, kendilerini, mesleklerini yaparken dil, din, ırk, vb. ayrımı yapmadan tarafsızlıkla hekimlik yapacağını bildiren bir çok hekim arkadaşımız, sistem tarafından cezalandırılan arkadaşlara karşı ayrımcı davranışlarda bulunmuş, yardımcı olmaktan korkmuş veya açıkça taraf olmuşlardır. Bazı hekimler SSK Sağlık İşlerinde Çalışan hekim denetmenleri “bunlar bizim paramızı kesiyorlar” diyerek eleştirmekte ve sağlıkta dönen bu kirli kâr ortaklığını savunmaktadırlar. Kısaca bu sistem hekim ahlakını ve deontolojisini de bozmuştur.
SDP, Türkiye sağlık sistemi içinde patlatılan bir atom bombası olup amacı sağlık sistemini tamamen çökertmektir. Hatta bu bile değildir. Nihai amaç, Türkiye’yi çökertirken, diğer uygulamalarla birlikte (özelleştirme, toprak satışı, ve yabancılara tanınan diğer imtiyazlar) sağlık sisteminin de Türkiye’yi yok etme savaşının bir silâhı olarak kullanmaktır.
34)Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da hekimlik koşullarının ne olduğunun saptanması ve olumsuz koşulların nasıl düzeltilebileceğine ilişkin çözümlerin ortaya konması göreviyle bir komisyonun teşkil ettirilerek değerlendirmeler yapmak üzere bölgeye gönderilmesi için TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oyçokluğuyla kabul edildi.
Sağlık sistemi ve hekimlik koşulları sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da değil, Türkiye’nin tamamında ve hatta dünyada bütün dünyada bu işleri düzenleyen tıp karteli’nin istediği şekilde sürdürülmektedir. Türkiye’nin farklı bölgelerinde sistemin işleyişi farklı değildir. TTB’nin bu kararı ile sanki Türkiye’nin bazı bölgelerinde sistem farklı işliyormuş gibi gösterilmekte ve bu şekilde küreselleşmecilerin kışkırttığı diğer bir unsur olan etnik ayrımcılığa hiç âlâkasız bir konuda prim verilmektedir.
Sağlık sisteminde şimdiye kadar “etnik veya ırkçı” bir çözümün savunulduğu görülmemiştir. Şu veya bu etnik grupların ilk ve ortaçağlardaki kabileler gibi, kendi dilleri, dinleri mezhepleri ile etnik kimliğini yaşama aldatmacasına bu sefer bir de sağlıkta etnik örgütlenme modeli eklenmektedir.
36)Sürekli Tıp Eğitimi ve Sürekli Mesleki Gelişim etkinliklerine hekimlerin katılımının teşvik edilmesi, kredilendirilmesinin devamının sağlanması oybirliğiyle karar altına alındı.
Sürekli tıp eğitimi ve bu konuda TTB'nin görevi tekrar gözden geçirilmelidir. Bilindiği gibi hem üniversiteler ve diğer tıbbi eğitimlerde ne öğretileceği, nelerin hastalık kabul edileceği, hangi tahlillerin yapılacağı, hangi cihaz, malzeme ve ilacın kullanılacağı uluslar arası medikal kartel tarafından belirlenmektedir. Mezuniyet sonrası eğitim adı altında TTB tarafından kredilendirilen ve çoğu uzmanlık derneklerince yürütülen kongreler de, gene bu ilaç ve cihaz üreten firmaların desteği ile düzenlenmekte ve hekimler kongrelere bu firmalar tarafından götürülmekte, yedirilmekte, içirilmekte, beş yıldızlı otellerde misafir edilmekte ve daha sonra da bunların karşılığı olarak hekimlik uygulamalarında neler yapacakları TTB tarafından kredilendirilen ve kartelin ihtiyaçlarına göre sürdürülen eğitim çalışmaları ile sağlanmaktadır.
TTB ve hekimlere düşen görev:
1.Sürdürülmekte olan sağlık sisteminin nasıl bir sistem olduğunu araştırmak;
2.Sağlık hizmeti adı altında hekimlere ne gibi görevler verildiğini ve hekimlerin nasıl çalıştırıldığını saptamak ve medikal kartelin (tıp karteli) belirlediği düzene karşı duruşunu ve safını belirlemek ve
3.Ulusal ve insan merkezli bir sağlık düzeni ve anlayışının hayata geçirilmesi için hekimler, sağlık çalışanları ve toplumun diğer kesimleri ile bütünleşmektir.
Eğitim vermek TTB'nin görevi değildir. TTB bir akademi değil bir meslek örgütüdür. Hekimlik uygulamalarında görülen hatalar eğitimden değil, düzenden kaynaklanmaktadır. Verilen eğitim nerede verilirse verilsin kartelin belirlediği şekilde sürdürülmektedir. Kartelin belirlediği sınırlar dışında bir tıp uygulaması esasen aforoz edilmektedir. TTB gerek tıp eğitimi ve gerekse sürekli tıp eğitimi konularında siyasi çalışmalar yapar ve kendi üyelerini bilgilendirmek için konferanslar düzenleyebilir. Fakat bunun kredilendirilmesi veya TTB'nin hekimleri eğitmeye çalışması gibi uygulamalardan vazgeçilmelidir. TTB'nin uğraşması gereken daha ciddi konular vardır.
53)TTB, Hükümetlerin emperyalist çıkarlar için başka ülkelere asker göndermesine karşı çıkar ve gönderilenlerin ise acilen geri çekilmesi için mücadele edilmesini
oyçokluğu ile kabul eder.
TTB'nin bu kararına katılmamak mümkün değildir. Bu karar doğrudur.
54)
a) TTB’nin hekimlerin özlük haklarını korumak ve savunmak konusundaki çabaları temel görevidir. Bu çalışmaların artmasının ve etkinleştirilmesinin temel hedef olmasını istiyoruz.
b)Sağlık politikalarında “Devrimciliğin çok mühim vazifeler yüklediği Türk Vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı en hassas milli meselemizdir” düşüncesini benimsemeli ve uygulamalıdır.
c)TTB emperyalizme karşı ülke bütünlüğünü ve Cumhuriyetimizi savunan milli bir duruş sergilemelidir.
d)TTB, farklılıklarımızı belirginleştirmeyi değil, toplumsal bütünlüğümüzü tartışmasız kılmayı hedeflemelidir.
şeklindeki önerge oy çokluğuyla kabul edildi.
TTB'nin bu kararları da genel olarak doğrudur. Fakat bir yandan ülke bütünlüğünü savunurken diğer taraftan ülkemizin sömürgeci AB ve ABD tarafından
parçalanması amacı ile kışkırtılan, örgütlenen ve her alanda beslenen dış kaynaklı "Kürt sorunu" konusundaki tavır bu anlayışla çelişmektedir. Bu ülkelerin bölgeden çekilmesi ve bunların petrol ve diğer stratejik ihtiyaçları sona erdiğinde Kürt sorunu, ermeni sorunu ve diğer sorunlar ortadan kalkar.
55)TTB, ülkemiz insanının büyük insani trajediler yaşadığı “Kürt Sorunu”na barışçıl ve demokratik çözümler üretilmesinin toplum sağlığımıza olumlu katkılar yapacağına inanır; bu hedefe yönelik olarak ülke yöneticileri, sivil toplum ve meslek örgütü yöneticilerini çaba göstermeye davet edilmesini oyçokluğu ile kabul eder.
“Kürt sorunu”, “barışçıl ve demokratik çözüm” konularının ne anlama geldiği üzerinde de durmak gerekmektedir. Bu konular da yıllardır basmakalıp ve sürekli tekrarlanan konulardır. Hekimlerin ve halkın “kürt sorunu” denen sorunun ne anlama geldiğini öğrenmesi gerekmektedir. Gelinen aşamada bütün dünyayı tek elden ve doğrudan yönetme amacı ile bir dünya devleti kurmaya çalışan sömürgeci güçler koalisyonu bunun teorisi ve pratiğini de yaratmıştır. Küreselleşme bugün artık bütün dünya çapında sürdürülen sömürgeleştirme projesinin şirinleştirilmiş adıdır. Barışçı bir şekilde Avrupa merkezli sürdürülen bu küresel stratejinin Avrupa’da adı Avrupa Birliği, ve bölgeye medeniyet ve insanlık öğretme amacı ile doğrudan silahlı saldırı ile yapılmaya çalışılan bölümünün adı da “Büyük Orta Doğu” projesidir. Türkiye’de her iki proje birlikte uygulanmaktadır.
Bu teorinin önermeleri şunlardır Dünya küreselleşmektedir; sınırlar ortadan kalkmakta, ulus devletlere gerek kalmamaktadır. Bütün dünyada ticaretin önündeki engeller kalkmalı, devletler yok olurken devletin elindeki bütün ticari araçlar, bankalar, topraklar, madenler, fabrikalar, hastaneler, üniversiteler hatta hizmet sektörü ve hapishaneler dahil, devletin yaptığı bütün işler devletin elinden alınarak özelleştirilmeli ve uluslar arası şirketlere devredilmelidir. Ulus devletler küresel devletin bir nevi belediyeleri haline gelmelidir. Bütün dünyada insanlar birbirleri ile anlaşabilmeleri için ortak bir dil (İngilizce) öğrenmelidir; ayrıca yeni şartlara uygun olarak dinler de ortak yönleri ele alınıp birleştirilmeli ve küresel bir din oluşturulmalıdır. Böylelikle dinin bölücü etkisi azalır. Dinler birbirine barışır. Şehirler dünya şehri, ülkeler dünya ülkesi olmalıdır.
Bu teorinin Türkiye’de uygulaması şudur: Devlet küçültülmüş ve elinde hiçbir şey bırakılmamıştır. Topraklar, madenler, fabrikalar, bankalar ve akla gelebilecek her şey özelleştirilmiş ve yabancılara satılmıştır. Ülke ekonomisini İMF, ordusunu NATO yönetmektedir. Gümrük, ticaret ve hukuk alanında AB’ye bağlanmış durumdayız. Anayasada devletin adı Cumhuriyet, resmi dili Türkçe olmasına rağmen resmi ve asıl dil İngilizce olmuştur. Okullarda ve üniversitelerde eğitim İngilizce yapılmakta; işe girişlerde İngilizce bilme koşulu getirilmektedir. Öyle ki; kendi dilini ve kültürünü yaşayamayan ve hatta yaşamaktan vazgeçen halkımız da bu kampanyaya katılmıştır. Yapılan bir ankette, ankete katılanlar Örovizyona katılacak şarkının dilinin İngilizce olmasını istemektedir! Sokaklarda artık Türkçe bir tabela bile görmek mümkün değildir. Daha da ilginçi bundan rahatsız olan da yoktur! Küreselleşmede kendi dil ve kültürünü yaşamak budur! Orta yerde ne bir ulusal kültür, ne ulusal bir dil, ne de bozulmamış din kalmıştır. Hepsi yeni dünya düzeni doğrultusunda “dönüşmüştür”. Sadece ülkeler değil kişiler, milletler de dönüşmektedir. Ülkenin diğer yasa ve mevzuatları da müzakere yutturmacası adı altında AB müktesebatına uydurulmakta yani AB kurallarının, yasalarının ülkemizde tümü ile geçerli olması için çalışılmaktadır. Böyle bir ülkenin bağımsız olduğu söylenemez.
Küreselleşmeci güçler bütün bunları yaptırırken diğer taraftan ülke içinde etnik, dini veya mezhep gibi kendini farklı hisseden grupların kendi dinini, kültürünü yaşayamadığını, dilini konuşamadığını söyleyerek bunların haklarının verilmesini veya açıkça bunların küresel hegemonyaya bağlı küçük birimler olarak devletleşmelerini istemektedir. Bu küçük gruplar kendi kültürümü, dinini, dilimi yaşayacağım diye oyalanırken, atı alan Üsküdar’ı geçmektedir. Çünkü küreselleşme kendi sömürgeci dili ve kültürü dışında hiçbir şeye izin vermemektedir. Ülkemizde geniş halk yığınları ve etnik gruplar esasen küresel kültür altında kendi benliğini önemli olarak kaybetmiş ve yabancı kültürlerin etkisi altına girmiştir. Ülkemizde yaşayan etnik grupların kültürü de neticede Türk kültürünün bir parçasıdır. Sömürgecilerin işgal ettikleri, sömürge veya kukla haline getirdikleri ülkelerde o ülkenin ne dilini ne de kültürünü bırakır. Bunun örneği, bugün artık kendi dilini unutan ve İngilizce veya Fransızca konuşan Cezayir, Fas, Tunus, Hindistan, Bengaldeş ve Pakistan gibi ülkelerdir. Diğer taraftan da kültür, dil ve dini yaşatmak için bir takım grupların illâki devlet olma şartı da yoktur. Eğer önem verdiğiniz ve sahip olduğunuz bir kültür varsa onu savunmanızı ve yaşamanızı kimse elinizden alamaz. Bunu yaşatmanız için bir şehir veya mahalle devleti olarak örgütlenmeniz gerekmez. Bilindiği gibi Yahudiler binlerce yıldır değişik ülkelerde yaşamışlar, bu arada hem kendi dillerini, dinlerini ve kültürlerini; hem de ırklarını olabildiğince saf bir şekilde korumuşlardır. Bugün de bir çok alanda hem ABD hem de dünyayı yönetmektedirler. Ama Yahudilerin yaşadıkları ülkelerde ayrıca dilimi, kültürümü konuşacağım, yaşayacağım diye bir azınlık hakkı istedikleri veya özerklik istedikleri görülmemektedir. Kuzey Irak’ta ABD tarafından kurulan İsrail ve ABD kontrol ve himayesinde kurulan kukla Kürt Devleti’nin lideri Barzani de Yahudi kökenlidir. Türkiye’de veya Dünya’nın herhangi bir bölgesinde isteyen kendi kültürünü ve dilini yaşayabileceği gibi, beğenmiyorsa yeni kültür, dil ve din de icat edebilir. 1970’lere kadar Türkiye’de dillenen bir Kürt sorunu yoktu. ABD ve AB projeleri ile birlikte ülkemizde ve Kuzey Irak'ta bu tür ayrılıkçı hareketler örgütlenmeye ve canlandırılmaya çalışılmıştır. Kuzey Irak’ta yaşayan Türkleri görmezden gelen Türk yönetimleri burada yıllarca Barzani ve Talabani’yi her yönden destekleyerek bu kukla devletin kurulması için elinden geleni yapmıştır. TC yönetimi ve meclisteki partiler bu kukla devlet ve ABD askerlerinin Telafer’de Türklere katliamlar yapmasına sessiz kalmışlardır.
1970’li yıllarda Kürtçülük olarak isimlendirdiğimiz bu ayrılıkçı hareketleri desteklemek solcu ve devrimci olmanın nerede ise olmazsa olmaz şartı idi. Zamanla bu durum da değişmiş ve önceden sağcı ve milliyetçi bilinen bütün partiler aynı zamanda “Kürtçü” de olmuşlardır. Esasen AB ilerleme şartları ve Kopenhag kriterlerini savunan siyasi partilerin Kürtçülük ve bölücülük konusunda bu solcu geçinen kesimleri fersah fersah geçtiğini, onların dile bile alamayacağı bir çok koşul ve şartı kabul etmek şöyle dursun bu konuda bir çok yasayı çıkardıkları, şartları kabul ettikleri görülecektir. Kürtçülük, Ermenicilik, Laik Türkiye Cumhuriyeti içinde Ortodoks hristiyan din devleti kurulması taraftarı olmak artık sadece sözde solculuğun değil, AB’ciliğin ve ABD'ciliğin de şartı haline gelmiştir. Günümüzde bu sözde solculuğun ölçütleri artık “Kopenhag ölçütleri” olmuştur. Bu nedenle bu siyasetler artık bir devlet politikası sayılabilir. Bunlara Kıbrıs ve Ermeni soykırımı konularında verilen tavizlerle, Dicle ve Fırat arasındaki bölgenin idaresinin sömürgeci ülkelere devredilmesi gibi tavizleri de ekleyelim … Kendisini milliyetçi olarak tanımlayan ve A. Öcalan’ın asılması için mücadele eden bir parti bile A. Öcalan’ın ve bu vesile ile benzeri idam cezalarının da ortadan kaldırılması için, kendisini sandığa gömecek bir seçimi şart koşmuştur!? Şu anda da idam cezası yerine A. Öcalan’ın F tipi cezaevine gönderilmesini savunmaktadır… AB taraftarı olmakla övünen sadece bu milliyetçi parti bile Kürtçülük şampiyonluğu yapan sol örgütlerden çok daha fazlasını başarmıştır. Şimdilik bu başarıları ile fazla övünmüyorlar o kadar…
Atatürk’ten sonra ülke yöneticileri de ülkenin doğrultusunu ve niteliğini hemen değiştirerek TC’nin tam bir manda haline getirilmesi için elinden geleni yapmış, yapılan tek taraflı anlaşmalarla ve çıkarılan yasa ve anayasa değişikliklileri ile bunun yasal zemini oluşturmuştur. Kıbrıs'taki Anan planı referandumunda hemen hemen bütün partiler ve kurumlar Kıbrıs’ın Rum’lara verilmesi anlamına gelen bu planı canla başla desteklemiştir. Bu sözde sağcı ve solcu partiler görüldüğü gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni çoktan kitaplarından çıkarmışlardır. Kısaca Türkiye’de hiçbir kurum ve parti sanıldığı gibi bağımsızlığa, ülke bütünlüğüne, ulusçuluğa meraklı olmadığı gibi, bir ulus devleti de savunmamaktadır. Bu ülkede vatana ihanet suç olmaktan çıkarılmıştır. Bütün bu gelişmelere Birleşmiş Milletler İkiz Yasalarının çıkarılması ile son nokta konulmuştur. “İkiz İhanet Yasası” olarak bilinen bu yasa uyarınca Türkiye içindeki herhangi bir etnik, dini veya herhangi bir özelliği olmayan bir grup bile Birleşmiş Milletlere başvurarak kendi dili, dini, kültürü veya nesi varsa onu yaşamak için devlet kurabilir. Türkiye Cumhuriyeti bu başvuruların gereğini yapacağına söz vermiş olup, eğer devlet veya hükümetler buna karşı çıkarsa BM’in silahlı müdahalesini de kabul etmişlerdir. Görüldüğü gibi TC “demokratik çözüm” için elinden geleni yapmış, tavizi vermiş ve yasaları çıkarmıştır. Daha ne yapsın !... Bundan sonrası artık böyle hakkı olduğunu iddia eden gruplara kalmıştır. AB ve ABD ile bunların destekledikleri parti ve gruplar Türkiye’de artık bir altın vuruş yapacak, ABD ve AB'de yayınlanan yeni Serv haritlarını uygulayacak Gorbaçov’unu beklemektedir.
Türkiye’de bir Kürt sorunu yoktur. Aynen Anan planını halkımızın büyük bir bölümünün desteklemek için kandırıldığı gibi, bu konuda da sayıları fazla olmayan bir azınlık aldatılmıştır. Kimsenin, Kuzey Irak’ta veya yurdumuzun bir bölgesinde sömürgeci proje ve amaçlar için bir dizi kukla devlet kurulmasından bir çıkarı yoktur. Bu iş kimseye itibar kazandırmaz. Bu grupların arkasında da gene belirli mekanizmalarla TC’i yöneten ve yönlendiren ABD ve mandası altına girmek için can attığımız AB ülkeleri olduğu unutulmamalıdır. Kürtçülük artık AB’ci olmanın da olmazsa olmaz kuralıdır. İçerideki Kürtçüler ve diğer bölücü gruplar AB’nin kontrolündeki diğer örgütler gibi maddi ve manevi olarak onlar tarafından desteklenmekte, himaye edilmekte ve yönlendirilmektedirler. Adı geçen ülkelerin Türkiye üzerindeki egemenliklerini kabul eden parti, hükümetler ve devlet organlarının Kürt sorunu ve ulus devlet aleyhinde diğer görüşlerinin AB’den farklı olamayacakları açıktır. Bu arada Türk Ordusu’nun da geçmiş dönemdeAB’ye karşı olmadığı bilinmektedir. Meraklısı bütün partilerin kendi iktidarlarında kabul ettiği veya muhalefette iken karşı çıkmadığı AB kararları ve Kopenhag ölçütlerini okuyacak olursa bunları görebilir ve öğrenebilir. Bu kararlarda bu görüşler, anlama güçlüğü olanların bile anlayabileceği tarzda gayet açık ve hiçbir yanlış anlamaya yol açmayacak bir şekilde ifade edilmektedir.
Kısaca bu gelişmelerde bu konu artık TTB’nin talep ettiği noktalardan daha ileriye taşınmış olup, büyük mevziler kazanılmış; neredeyse işin sonuna gelinmiştir. TTB’nin bu yolda bir şeyler yapmasını istediği merciler “daha fazlasını” zaten yapmıştır ve yapmaya da kararlıdır!
TTB’nin yıllarca Kürtçülük, F tipi cezaevleri üzerinde durması bir çok kişide bu sorunların sanki ülkemizin sağlık sorunlarının bir parçası olduğu ve diğer sağlık sorunları ile uğraşırken bunun da onlar gibi TTB’nin görevleri arasına girdiği gibi bir hatalı anlayışa da neden olmuştur. Bir çok kişi sanki sağlık alanında bir çok sorun çözümlenmiş gibi bu konuya odaklanmış bu arada temel sorunlar gözden kaçmış veya alt sıralara düşmüştür. Bu talepler, ülkemizin “sağlık sorunuyla” la bir ilgisi olmadığı gibi, Bu karar TTB Büyük Kongre Kararlarının 54. madde (c) ve (d) maddeleri ile çelişmektedir. Bu da kongreye katılanların her iki maddenin ne anlama geldiğini yeteri kadar düşünmemiş ve anlamamış olduklarını göstermektedir. TTB’ye ve yurtseverlere düşen ülkeyi bölmek, karıştırmak ve iç savaş çıkarmak isteyen ve ülkemiz aleyhine bu tür silahlı ve silahsız kalkışmaları her planda ve her türlü imkânları ile destekleyen ABD ve AB sömürgecilerine karşı çıkarak “Biz tek bir ulus devletten yanayız. Siz bizi niçin bölmek istiyorsunuz, niçin Türkiye aleyhine olan ayrılıkçı ve silahlı hareketleri destekliyorsunuz.” demek olmalıydı. Veya eğer bölücülüğü savunuyorlarsa hükümete veya devlete muhalif görünmek yerine sadece mevcut hükümet-devlet politikalarını savunduklarını söylemeleri yeterlidir.
57)TTB Olağanüstü 55. Büyük Kongresi açık ve ağır bir insan hakları ihlali olan F tipi cezaevlerindeki tecrit koşullarının çağdaş, insani cezaevi koşullarına dönüşümünü sağlamak üzere Adalet Bakanlığı’na çağrıda bulunmayı oy çokluğu ile kabul eder.
TTB burada da AB ülkelerinde bir standart olan F tipi cezaevleri konusunda bir karar vermeden önce AB ve AB etkisi ile ülkemizde yapılan işler ve uygulamalar konusunda bir karar vermelidir. F tipi cezaevleri uygulaması Avrupa Birliği Komisyonu ile işbirliğinde yürütülmekte olan Yargının Modernizasyonu ve Ceza Reformu Projesi kapsamında yürütülmektedir.
Bir meslek örgütü olarak TTB, F tipi cezaevleri ile bu kadar çok uğraşacağına, önce yoksulluk sınırının altında yaşayan milyonlarca halkın, hastanelerde sefil şartlarda yatan hasta ve hekimlerin hangi koşullarda yaşadığına bakmalıdır. Diğer taraftan hekimlere uygulatılan tıp anlayışı sonucunda ve sağlık hizmeti adı altında iatrojenik olayları ve yaralanmaları arttıran tedavi ve cerrahiler üzerinde durulması TTB'nin daha fazla görev alanına girmesi gerekirdi. Neticede F tipi cezaevinde tutuklular koğuş yerine özel odalarda kalmaktadır. Bir çok kişi açısından koğuşta kalma yerine tuvaletli özel odalarda kalmak tercih edilebilir bir durumdur.
TTB yönetimi hastaların da koğuşlarda mı yoksa özel odalarda mı yatırılmaları konusunda da görüş belirtebilirdi. Ayrıca bir AB standardı olan ve bu nedenle yaptırılan F tipi cezaevlerine neden karşı olundu[1]ğu anlaşılır bir şekilde hekimlere anlatmalıdır. Hem AB'ci olunup hem F tipine karşı olunmaz.
58)TTB, çok büyük can kayıplarına neden olan trafik kazaları ve beklenen deprem ile ilgili gerekli önlemlerin alınması konusunda duyarlılığın artırılması için çaba gösterilmesini oybirliği ile kabul eder.
Trafik kazaları ve deprem gibi olaylarda yaşanan durumlar ulaşım ve şehircilik anlayışından kaynaklanan düzen sorunlarıdır. Her iki sorun da insan sağlığını ilgilendirdiği gibi çözümler de düzene ilişkin tertiplerdir. Duyarlılık arttırılması ile sorunlar çözülmez sadece cezalar artar veya yeni cezalar gelir.
Ulaşım sorununun çözümü: Özellikle şehir içi ulaşımların kamulaştırılarak ve elektrikle çalışan raylı sistemlerle ücretsiz sağlanması ve motorlu taşıt kullanımının özendirilmemesi ve giderek kısıtlanması ile çözülebilir. Bu şekilde egzoz gazlarının zararlı etkilerinden, gürültüden ve hava kirliliğinden, sera gazı etkilerinden de korunmak mümkün olur. Ulaşım ve deprem konusu ayrıca ele alınacak kadar geniş bir konu olup TTB'nin bu konuda nelere karşı olduğu da açık değildir.
TTB BK KARARLARINDAKİ EKSİKLİKLER VE ÖNERİLER
Eleştiride yıllardır devam eden basma kalıp üslûp yerine, işitilmek istenmeyen, tabu kabul edilen konularda görüşler belirtilmiştir. Bazı konuları duymazlıktan, görmezlikten gelmek onları ortadan kaldırmıyor. Eleştirinin hedefi, tamamı okunduğunda açık olarak anlaşılacağı gibi, bir grup olarak hekimler değil, kendi savundukları sağlık sistemini dünya ülkeleri ve halklarına “modern tıp” diye yutturarak sağlık hizmetleri adı altında hastalıkların ve sağlık hizmeti araçlarının pazarlanması, aşırı ve gereksiz ilaç, tıbbi malzeme, ve diğer ürünlerin bu şekilde satışı yolu ile insan sağlığı üzerinden ticaret ve kazanç sağlama arzusunda olan ve bütün dünya ülkelerdeki sağlık sistemini kendi çıkarları doğrultusunda dönüştüren medikal kartel ve onunla birlikte çalışan örgüt ve sömürgeci devletlerdir. Amaç, TTB’nin medikal kartelin savunduğu piyasa merkezli sağlık sistemine karşı gerçekten kararlı ve kökten bir şekilde karşı çıkmasının sağlanmasıdır.
1. TTB’nin büyük kongresi Türkiye’de sağlık alanında büyük yıkımlar ve dönüşüm yaşanırken, sorunları görmezlikten gelme ve bu gidişe karşı radikal ve kararlı bir şekilde karşı çıkmamanın kongresi olmuştur. Bu açıdan büyük bir fırsat kaçırılmıştır. Türk hekimleri ve TTB Sağlıkta Dönüşüm Projesi karşısında halkçı ve insan merkezli bir proje ortaya çıkaramamış ve böyle bir projeyi savunamamıştır.
2. Ulusal ilaç sanayisinin çökertilmesi için SSK ilaç fabrikalarının ve aşı üretme tesislerinin kapatılmasına karşı çıkılmamıştır.
3. Patent anlaşmaları ile ucuz olan jenerik ilaç yerine muadillerinden daha pahalılarının satılmasına imkân veren ilaç patent anlaşmaları konusunda bir muhalefet sergilenmemiştir.
4. Uluslar arası kartelin sağlık piyasasını uluslar arası sermayeye açma planlarının bir sonucu olarak ülkemize gereğinden çok ve kontrolsüz tıbbi cihaz, ilaç, aşı, tıbbi malzeme ve sarf malzemesi girmeye başlamış ve bu şekilde tıp uygulaması ve mantığı tamamen değişmiştir. Doğrudan kartele kazanç sağlama faaliyeti dışında bir anlamı olmayan bu uygulamalar konusunda siyasi partiler, hekimler ve halk uyarılmamıştır.
5. Muhalefet yapılan konularda bile yapılan muhalefetlerin kimin yararına olduğu ve bu şekilde uluslar arası ilaç karteline nasıl kazanç temininde yardımcı olunduğu gözden kaçırılmıştır.
6. Bu durumdan çıkarılacak ders ve sonuçların bundan sonraki siyasetlerin ve mücadelelerin belirlenmesinde rehber veya yardımcı olması durumdan rahatsız olan herkesin arzusudur.
7. TTB’nin halkın sağlık durumunu bozan yoksulluk ve işsizliğin temel sebebi olan özelleştirmelere ve ülke ekonomisinin çökertilmesine daha kararlı karşı çıkması gerekmektedir. Gene halkın sağlığını bozan şehir içi ulaşım ve ısınmada fosil yakıt kullanımı, hava kirliliği gibi konularda projeler geliştirmeli ve tavrını belirlemelidir.
8. Sömürgeci kültürün bir uzantısı olan ABD tarzı beslenmeye karşı çıkmalı ve bir çok Avrupa ülkesi, ABD eyaleti ve Hindistan’da bile yasaklanan kolalı, gazlı içecek ve cips gibi yüksek kalori içeren gıda ürünlerinin satılmaması ve tüketilmemesi için toplumu aydınlatmalı ve eğitmelidir.
9. Üyelerinin hemen hepsi TTB üyesi olan uzmanlık dernekleri ve pratisyen hekim derneği gibi örgütlenmeler TTB tarafından desteklenmemeli ve bu gruplar eğer ayrı bir masa etrafında örgütleneceklerse, zaten mevcut olan TTB bünyesi içinde örgütlenmelidir. Bu şekilde bu derneklerin tıbbi kartel tarafından denetlenmesi de bir nebze kontrol edilebilir.
10. TTB hekimlik sorunları ve sağlıkla ilgili sorunlarda politika geliştirirken hekimler, diğer sağlık çalışanları ve toplumun değişik kesimlerinin görüş ve eleştirilerini almalıdır.
[1]
http://med.ege.edu.tr/~halksag/seminerler/2006-07/Ilac_End_Kuresellesme_UlusalCikarlar_BK.pdf
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ55. OLAĞANÜSTÜ BÜYÜK KONGRESİ KARARLARI ÜZERİNEÇÖZÜMLEME VE ELEŞTİRİ
(18-19 Kasım 2006, Ankara)
TTB Büyük Kongresi kararlarına baktığımız zaman kongrenin ülkemizdeki temel sağlık sorunlarını ve başta Sağlıkta Dönüşüm Projesini kavramadığını veya bilerek yer yer bunu desteklediğini görmekteyiz. Bu kararlar üzerindeki çözümleme ve eleştiriler, kararları alan kişi ve grupları eleştirmekten çok tabip odaları ve üyelerinin mevcut durumu daha sağlıklı bir şekilde görmelerini ve duruşlarını ona göre belirlemelerini sağlamak ve tarihe not düşmek içindir. Bazen kararlara katılan grupların desteğini sağlamak için birbiri ile çelişen kararlar bile alınmıştır.
DÖNER SERMAYE UYGULAMASI
10)Kamuda çalışan hekimlerin döner sermaye vb. adlar altında aldıkları ödemelerin emeklilik ücretine yansıtılması konusunda çalışma yürütülmesi için TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
TTB bir yandan sağlıkta dönüşüm programına karşı çıkarken diğer taraftan bir çok yerde bu uygulamaları görmezlikten gelmekte veya bazı uygulamalarını savunurken zımnen sahip çıkar bir duruma girmektedir. TTB önce sağlıkta dönüşüm programı konusunda kesin tavrını belirlemelidir. SDP uluslar arası tıp kartelinin belirlediği bir sağlık düzeni ve anlayışını savunmaktadır. Kamuda çalışan hekimlere, hastaneye kazanç sağlayan her türlü işlemden komisyon vermek olarak isimlendirebileceğimiz döner sermaye uygulaması hastaların ve sigorta sisteminin aleyhine olarak gereksiz işlemlerin (gereksiz yatış, tahlil, kontrol, konsültasyon, girişim, ilaç kullanma ve hasta sevki) artmasına yol açarak tıbbi piyasanın şişmesine, hastaların daha fazla süre hastanelerde tutulmasına ve işten uzaklaşmasına vb. neden olmaktadır. Bu, özünde bir tüketim ve pazarlama performansıdır. Mal ve hizmet satan ve bunun miktarını arttırdığınız oranda çalışanlara prim veren sistemlerde (ticaret ve endüstrilerde) bu anlayış geçerlidir. Nitekim ilaç firmaları da temsilcilerine (reprezantör) kendi ilaçlarının satış cirolarına göre ücret ve prim vermektedir. Performans adı altındaki döner sermaye uygulaması böyle bir prim sistemidir. Diğer taraftan ilaç ve tıbbi cihaz, malzeme satan firmalar da ilacını veya cihazını yazdırmak için çoğu zaman hekime de prim vermektedir. Düzen böyle işlemektedir. Sağlık hizmetlerinde esas sağlık hizmeti adı altında yapılan harcamaların ve hasta sayısının arttırılması değil azaltılması olmalıdır. Sağlık Bakanı SDP ile hastanelerin hasta sayılarının arttığından bahsetmekte ve bunu bir başarı olarak takdim etmektedir. Sağlık hizmetinin amacı hasta nüfusu değil sağlıklı nüfusu arttırmaktır. Nitekim hastanelerin yaptığı bu yüksek ciro ve teşvik edilen harcamalarla toplanan paraların önemli bir kısmı doğrudan uluslararası medikal kartele akmaktadır. Kısaca sistem onlara çalışmaktadır.
Bu uygulama sonucunda hasta olan veya hasta olmadığı halde hastanelere başvuran kişi sayısı artmış, gereksiz ilaç, tıbbi malzeme ve cihaz kullanmada bir patlama yaşanmış ve bu kalemlere ait giderler tavan yapmıştır. Diğer taraftan bu performans rüşveti, proje tamamlandığında sokağa bırakılacak hekim kitlesinin SDP çerçevesinde alınan karar ve uygulamalara sıcak bakmasına ve yeterli muhalefet yapmamasına neden olmuştur. Performans uygulanmasını savunanlar için böyle bir uygulamayı savunmanın gelecekte bir utanç belgesi olacağı unutulmamalı ve tabip odaları ve TTB tutumunu buna göre belirlemelidir. Performansı savunan bu ifadeler maalesef büyük kongre kararlarına geçmiştir. Performans uygulaması savunulacağı yerde, hekimlere daha iyi ücret verilmesi, çalıştıkları bölge ve yerleşim yerlerine göre mahrumiyet zamları verilmesi ve tedavi sonuçlarının başarılı olduğu, iyileşme sürelerinin kısaldığı, komplikasyonların ve ölüm oranlarının (azaldığı), kaza ve sakatlıkların en aza indiği ve rasyonel ilaç ve malzeme kullandığı gibi ölçütlerle hekimlere ek ücret ve tazminat verilmesi gibi taleplerin savunulması gerekirdi.
Sağlıkta Dönüşüm Projesi neticede bütün unsurları ile DTÖ, İMF, Dünya Bankası gibi uluslar arası sömürgeciliğin icra organları tarafından dayatılan ve yürütülen bir proje olduğu için, ABD ve AB tarafından da desteklenmektedir. Her konuda sömürgeci proje ve uygulamaları savunan bu kuruluş ve devletlerin sağlıkta kamucu ve insan merkezli bir sağlık sistemini savunmasını düşünmek imkânsızdır. Zaten projenin amacı sağlık piyasası (sağlık hizmeti değil) ve sağlık sigortacılığını uluslar arası sermayeye açmak ve vatandaşın sağlık için yapacağı giderleri en fazla oranda arttırarak tıp karteline kazanç sağlamak ve genel sağlık sigortacılığı ve özel sigortalar vasıtası ile bu giderleri karşılayacak finansman yaratmaktır.
Performans uygulamasının zararlarını tekrar özetleyelim:
1. Hastalara hastalıkları ve tedavileri için gerektiğinin çok üstünde ve abartılı olarak, tüm harcama kalemlerinde ve gereksiz işlemlerde artış (tetkik, tahlil, görüntüleme ve endoskopik işlemler, yatış, girişim ve ameliyat, ilaç, tıbbi malzeme, sarf malzemesi ve cihaz kullanılması, uzun yatış, takip ve sık kontrol gibi) .
2. Hastalar açısından: gereksiz ve uzun yatış; sık kontrol, gereksiz işlemlerden dolayı işten uzak kalma, iatrojenik yaralanma ve kazalara maruz kalma ve bu nedenlerle artmış komplikasyon, ölüm ve sakatlık oranları. Bu uygulama insan sağlığı açısından ve tıp ahlakı bakımından uygun değildir.
3. Hasta başına tedavi maliyetinin artması ve hastanelerin para kazanma merkezli çalışan ticari birimlere dönüşmesi ve hastanelerde vahşi kapitalizm ilkelerinin uygulanması. Bu hastanelerin adının Devlet veya Üniversite hastanesi olması bir şeyi değiştirmez. Sözde devletin olan bu hastanelerde de kamusal bir sağlık hizmeti verilmemektedir. İhraç edilecek muz ve salatalığın boyuna kadar ölçülerini belirleyen küresel güçlerin sağlık hizmetlerini de istedikleri gibi yönlendirdikleri ve yaptırdıkları açıktır.
4. Yapılan işlemlerle (ilaç, tıbbi malzeme, cihaz, sarf malzemesi gibi) kalemlerde yapılan harcamalarla elde edilen gelirin büyük bir kısmının uluslar arası kartele akıtılması ve bu kartele iyi bir pazar ve müşteri yaratılmasıdır.
5. Bu uygulama kötü tıbbi uygulamaları (malpraktis) ödüllendirmekte ve hekimleri bu şekilde (hastalara zarar verecek şekilde) çalışmaya teşvik etmektedir. Sistem kötü uygulamayı da kişiselleştirerek olumsuzlukların faturasını da hekime kesmektedir.
TTB Büyük Kongresi bununla yetinmeyip bu ücretlerin emekliliğe de
yansıtılmasını istemektedir. Bu paraların tek tek kalemlerin komisyonlarının toplanmasından ibaret olduğu unutulmaktadır. Emekli olduktan sonra hekim hangi faaliyeti ile hastanelerin kazancını arttıracaktır ve böyle bir paraya hak kazanacaktır? Performans ücreti yakacak yardımı gibi bir maaş zammı değildir!
Büyük kongre Sağlıkta Dönüşümün hastaneler ve hastalar üzerinde bu kadar büyük ve yıkıcı etkileri varken sadece performans üzerinde durması ve bunu savunması anlamlı olup not edilmesi gerekmektedir.
Hukukun bir gün gelip herkese lâzım olacağı gibi, sağlık hizmetinin de hekim de olsa herkese bir gün lâzım olacağı unutulmamalıdır. Bir sistem hekimlere ayrı işlemez. Hekimin kendisi hastalandığında da hastanelerde onu tedavi eden hekim bu performans anlayışına göre onu tedavi edecektir. Düzen kimseye ayrıcalıklı davranmaz.
Bir de şöyle bir mazeret ileri sürülüyor:
Tamam! Ama bu uygulamadan hekimler memnun; biz buna karşı çıkarsak hekim kitlesini karşımıza almıyor muyuz?
Performans uygulaması hekimlerin kendi icat ettikleri ve kendi başlarına uyguladıkları bir uygulama değildir. Hekim kitlesinin büyük bir çoğunluğunun bugün aldatılmış olması ve bu performans rüşvetine kanması, bizim bu uygulamaları eleştirmemize engel değildir. Hekimler bugün değilse bile yarın gerçeği göreceklerdir. Hekimler toplum dışında yaşamıyorlar. Hekim olmayan aile fertleri, akrabaları, yakınları ve dostları vardır. Sistem hem kendilerine hem de onlara da aynen uygulanacaktır. Mevcut uygulamalar karşısında hekimler medikal kartelin sağlık pazarlamacıları mı yoksa hekim mi olacaklarını bir kez daha düşünmeli ve ona göre karar vermelidirler.
Bilindiği gibi emperyalist ülkeler ve bunların icra organlarının en iyi bildiği şeylerin başında yönetmek gelir. Bunlar kendi çıkarları için yaptıkları projeleri uygularken sömürdükleri ülke halkının da büyük bir kısmını yanlarına çekerler ve kendi mücadeleleri için onları savaştırırlar. Onların çıkarlarını savunan ve bu uğurda savaşan kişiler aslında sömürgecilerin (ABD, AB ve bunların icra organları olan medikal kartel, İMF, DB gibi) davasını savunurken kendi çıkarları için savaştıklarını sanırlar.
Madde 12- TTB-UDEK Yürütme Kurulu’nun görevleri:
a. Uzmanlık eğitimi ve uzmanlık uygulaması konusunda TTB, ATUB, Sağlık Bakanlığı, YÖK ile ilişkileri yürütmek,
b. TTB Merkez Konseyi’ne her yıl çalışma raporu vermek,
c. Uzmanlık eğitimi ve diğer etkinlikleri değerlendirmek, Genel Kurul üyelerini ve dernekleri bilgilendirmek.
d. TTB-UDEK Genel Kurul kararlarını uygulamak ve bu amaçla üyeler arasında eşgüdüm sağlamak.
Türkiye’de TTB ve Tabip Odaları’nın hekim hakları ile ilgilenmediği için geniş hekim kitleleri tarafından bir yandan eleştirilirken diğer taraftan da hekimlerin uzmanlık alanlarına göre veya başka adlar altında yaygın bir şekilde örgütlenmeye gittiği görülmektedir. Burada, TTB-UDKK, Tıpta Uzmanlık Tüzüğü’nde bulunan uzmanlık alanlarının temsilcilerini, bir çatı altında toplayarak, uzmanlık eğitiminde özgün ulusal modelin geliştirilmesini, korunmasını ve üyesi olduğu UEMS (Avrupa Uzmanlar Birliği) ile uyumlu hale gelmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bu uygulama AB’nin Avrupa Müktesebatı’nı (Avrupa’nın hukuk ve diğer mevzuat ve standartları) Türkiye’ye kabul ettirme mücadelesinin tıptaki bir uzantısı durumundadır.
AB’nin genel amaçlarına uygun olarak (devletin ve resmi kurumların tasfiyesi, yönetimin dernek benzeri kuruluşlara verilmesi) Sağlık Bakanlığı ve YÖK’ün devre dışı bırakılması ile devletin dışında “yarı resmi” bir organ sıfatı ile bu derneklerin örgütlenerek daha sonra uzmanlık eğitiminin sivilleştirilmesi gibi amaçlardan bahsedilmektedir. Tabi ki bu proje anlamsız ve uzun vadeli bir proje olması yanında neticede AB’nin dümen suyuna girilmesi ile Türk Sağlık Sistemi’nin AB’ye uydurulmasının bir unsuru haline dönüşmektedir. Her şeyden önce böyle bir proje Türkiye Cumhuriyeti’nin AB ile bütünleşebileceği durumlarda söz konusudur. Bunun böyle olamayacağı AB üyesi ülke liderlerinin açıklamaları ve Türkiye’ye tavsiye edilen rol ile açıktır. Bu durumun adı, ayrıcalıklı üyelik adı altında Porto Rico gibi, AB mandası altında AB’nin yönetim organları, yasaları ve mevzuatı ile yönetilen, fakat yönetime doğrudan katılmayan tam bağımlı sömürge olmaktır. AB ülkeleri daima TC’nin AB’ye üyeliğine karşı çıkarken, hiçbir AB ülkesi bu şekilde (hukuken bağlı fakat hiç bir karar alma oranında bulunmadan bağlanma) AB’ye bağlanmamıza karşı çıkmamaktadır. Hatta Türkiye AB'den ayrılmak istese bile AB, Türkiye'nn AB'den ayrılmasına izin vermeyeceklerinden bahsetmektedirler. Bir takım geri zekâlılar da bu ifadeleri AB her şeye rağmen bizi seviyor, bizden vazgeçemiyor; demek ki eninde sonunda bizi alacaklar diye yorumlamakta, tatlı rüyalar görmektedir. Bu gidişle bir yandan hükümet ve diğer yandan TTB'nin bu yönde faaliyetleri ile sadece sağlık sisteminin değil tıp eğitimi, diploma ve tıbbi sertifikalar konusunda da AB'ye bağlanmamız kaçınılmazdır. Bunlar da TTB vasıtası ile Türk Tıp Eğitimi, diploma ve sertifikalarının UEMS (Avrupa Uzmanlar Birliği) ile uyumlu hale getirilmesi adı altında AB'ye bağlanması anlamına gelmektedir.
Hekimler AB’de de geçerli sertifika ve diploma alarak AB ülkelerinde çalışarak para kazanacaklarını umarken, zaten serbest dolaşımın hiçbir şekilde mümkün olmaması nedeniyle Türk hekimleri AB’de iş bulamayacak, aldıkları diploma ve uzmanlık belgelerinin de geçerlilikleri, vizeleri gibi işlemler de AB tarafından yapılmaya başlayacaktır.
Diğer taraftan bu uzmanlık dernekleri hekimlik çalışmalarında yozlaşma ve uluslar arası kartelin hekim kitlesi üzerinde etki ve hakimiyetini arttırmasına katkı sağlamaktadırlar. Bu dernekler kartele mensup firmaların desteklediği lüks otel ve tatil köylerinde bir yandan tatil yaparken diğer yandan onların ürünlerini kullanmak ve uygulamak doğrultusunda eğitilmektedirler. Bu tatlı komisyonlar hekimlerin bilimsel, eleştirel ve tarafsız düşünmelerini etkilemektedirler. Sağlık piyasasının uluslar arası sermayeye kontrolsüz olarak açıldığı ve her türlü tıbbi ürün ve ilacın kontrolsüz ve serbestçe bu piyasaya girdiği, satıldığı ve kullandırıldığı bu durumda derneklerin görevi ve etkisi daha da önem kazanmaktadır.
Bu nedenle Tabip Odaları’nın toplantılarına çok az hekim katılırken, bu derneklerin toplantılarına bir çok hekim katılmaktadır. Ayrıca TTB ve Tabip Odaları’nın da kartele mensup ilaç firmaları ve diğer acentaların desteklediği toplantılar yapmaması ve bunlardan katkı dilemesi ahlaki yönden eleştirilmesi gerekli bir durumdur.
Hekimlerin sağlık sorunları ile ilgilenmeleri ve görüş geliştirmeleri için gerekli tek organ tabip odalarıdır. Uzmanlık branşları üye oldukları tabip odaları çerçevesinde oda içi örgütlenmeye gidebilirler ve oda çerçevesinde çalışmaya katılabilirler. Bunun dışındaki örgütlerle tabip odalarının resmi ilişkiye girmesi veya eşgüdüm kurulları oluşturması anlamsız ve gereksizdir.
Bir konuda görüş veya siyaset geliştirme başka başkaları tarafından verilen eğitimin kontrolünün kendisine verilmesini isteme olayı başkadır. Eğitim YÖK veya Sağlık Bakanlığı tarafından veriliyorsa eğitim şeklini şüphesiz onlar belirleyeceklerdir. Dünyanın hiçbir ülkesinde tıp eğitimi tabip odaları tarafından düzenlenmez. TTB sadece eğitimle ilişkili görüş ve önerilerini ilgili mercilere iletebilir; bu konuda çalışma yapabilir. Şu anda Türkiye'de verilen tıp eğitiminin tamamen kartelin programına göre yürütüldüğü ve bu eğitimden geçen kişilere hastalıklar dahil kartelin ürünlerinin pazarlamacılığı dışında bir rol verilmediği açıktır.
TTB’nün örtülü olarak bu ve benzeri konularda AB ile ilişkilere girmesi AB ve küresel siyasetlerle uyum içinde yürütülen SDP’ne muhalefet noktasında TTB'nin güvenilirliğini yitirmesine neden olmaktadır. Bu ayrıca bütün hekimlerin üzerinde düşünmesi ve karar vermesi gereken bir husustur.
16)Aile Doktorluğu ve Genel Sağlık Sigortası uygulaması ile hekimlik yetkilerinde ciddi sınırlamalar ortaya çıkabilecek olan kurum hekimi, işyeri hekimi, vb. hekimlerin, kazanılmış haklarının korunması için gerekli çalışmaları yapmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oyçokluğuyla kabul edildi.
Bu gün hekimlik, hekimlerin kendi başlarına, kendi vicdan ve tarafsız değerlendirmelerine göre yaptıkları bir iş değildir. GSS uygulamaları ile sadece eski bazı uygulamalar değil, sağlık ve sigorta sistemi bütünü ile değiştirilmekte ve bir sağlık piyasasına dönüştürülmektedir. Burada bazı mevzilerin korunması veya savunulması söz konusu değildir. Zaten savunulacak bir mevzi de kalmamıştır. Sisteme esastan karşı çıkmak gerekir.
18)Bütçe Uygulama Talimatı vb. hukuksal düzenlemelerle sağlık hizmetlerinde bilimsel ölçütlere dayanmayan her türden kısıtlamaların derhal durdurularak, üniversitelerin, uzmanlık derneklerinin ve Türk Tabipleri Birliği’nin de içinde olduğu bilimsel bir kurul tarafından belirlenmesi için girişimlerde bulunmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
TTB BK delegeleri şu anda uygulanmakta olan sistemi hiç anlamamıştır. Önce şunu vurgulamak gerekir ki, bugün sağlık hizmetleri zaten bilimsel ölçütlere göre değil piyasanın yönlendirilmesine ve ihtiyaçlarına göre verilmektedir. Hekimler bu süreçte kendilerine verilen görevleri yapmakta, kendi başlarına ve bildikleri gibi hekimlik yapmamaktadırlar. Mevcut düzen içinde hastane çalışmaları ve "Bütçe Uygulama Talimatı" nedir? Bunları açıklama ihtiyacı vardır. BUT, sosyal güvenlik kurulunca tedavi edilecek ve karşılığı ödenecek sağlık hizmetleri, hastalık, tedavi ve girişimlerinin isimleri ile paket (her şey içinde) veya paket olmayan (işlem başına ücret=fee for service) fiyatlarını kapsamakta olup medikal kartelin istekleri doğrultusunda hastalara bir faydası olmayan, uydurulmuş veya tartışmalı bir çok girişim, işlem ve tedavi buralara yerleştirilmiştir. Bu şekilde neticede bir çerçeve belirlenmiştir. Hastaneler bu kitaptaki ücret ve işlem kodları üzerinde zekâ ve yaratıcılıklarını kullanarak elde edebilecekleri kazançları kitabına uygun bir şekilde arttırabilmektedirler. Tıp bilimi artık bu BUT’na göre gelir ve kârı arttırma bilimi haline dönüşmüştür. BÜT’nı, ABD ve AB ülkelerindeki örneklerine göre üniversitelerden seçilen bir heyet hazırlamaktadır. Bu ülkelerdeki uygulamaya benzemektedir. Zaten dönüşüm amacı bu benzetmeyi sağlamaktır. BUT, mevcut sağlık sistemi ve anlayışına uygun olup bunun farklı bir şekilde hazırlanması ile hiçbir sorun çözülmez. TTB BK kararlarında bir yandan sağlıkta dönüşüme sözde karşı çıkılırken diğer taraftan bu sistemin unsurları üzerinde yapılacak tadilat ve düzenlemelerle sorunların (hangi sorunlar?) düzelebileceğinden bahsedilmektedir. Bu BUT’ına yapılan itirazların nedeni, buradaki ücretlerin çok düşük olması ve ne kadar göstermelik olursa olsun burada konulan ölçütlerin neticede göstermelik de olsa bir denetim hakkı ve imkânı vermesidir. Ticari işletme haline gelen hastaneler, “kendilerinde sağlık hizmeti olarak” tanımlanan her türlü hizmetin fatura tutarı ne olursa olsun sorgulanmadan ve denetlenmeden ödenmesini istemektedirler. Bunlar yaptıkları çoğu pahalı işlemlerin yapılıp yapılmadığı konusunda işlemlerin belgelendirilmesinin istenmesinden bile rahatsız olmaktadırlar. Nitekim SSK’nın Sağlık Bakanlığı ile yapmış olduğu hizmet protokolünde yapılan hizmetlerle ilgili faturaların eklerinde HİÇ BİR BELGENİN İSTENMEYECEĞİ KOŞULU özellikle vurgulanmaktadır. Bağ-Kur, Emekli Sandığı ve Yeşil Kart’ta hiçbir denetim yapılmazken, SSK’da göstermelik bir denetim birimi vardır. SSK tarafından bu tür denetimlerin nasıl yapılacağı konusunda hiç bir ölçü ve denetim tarzı geliştirilmediği için, olması gerekenin 5-10 katı şişirilmiş bu faturalardan ancak cüzi, göstermelik kesintiler yapılabilmektedir. Bunların dahi yapılmaması ve gönderilen faturaların hiç incelenmeden ödenmesi için çalışanlara her türlü baskılar yapılmaktadır. Kısaca yeni getirilen düzende bu rahatsızlık konusu denetimlerin de göstermelik olduğu kolayca anlaşılacaktır. Hastanelere ve eczanelere ödemelerde güçlükler ve gecikmeler, denetimlerden değil ödenecek paranın temin edilmesindeki güçlüklere bağlıdır.
19)Kamuda çalışan hekimlerin tayin, nakil ve atamalarının siyasi iradeden bağımsız olarak Türk Tabipleri Birliği’nin de içinde bulunduğu bir kurul aracılığıyla yapılmasını sağlamak için, gerekli çalışmaları yapmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Bilindiği gibi SDP ile Sağlık Bakanlığı sağlık hizmeti veren bir kurum olmaktan çıkacaktır. Sürecin sonunda kamuda çalışan hekim filân da kalmayacaktır. Hastanelerin özelleştirilmesi veya özelleştirilmeyecek derecede kârlı olmayan işletmelerin de belediyelere ve yerel yönetimlere devri söz konusu olacaktır. Siyasi irade bu öneri karşısında gayet açıklıkla "Evet biz de sizin gibi düşünüyoruz. Hastanelerin özel şirketlere devri ile tayinlerde siyasi irade ve kişilerin etkileri zaten yok olacaktır... Biz de neticede bunu yapmaya çalışıyoruz." diyebilirler. TTB'nin bu isteğinin gerçekleşmesi için ortada bir "kamu" bulunmalıdır. Getirilen düzende artık kamu hastaneciliği kalmayacaktır. Ayrıca ister özel ister kamu olsun hiçbir kuruluş kendi işlettiği birimlere olan tayinleri kendi dışındaki bir kuruluşa yaptırtmaz. Böyle bir talebi de kabul etmez. Dünyada bunun örneği yoktur. Bunun olabilmesi için TTB'nin bu kuruluşları satın alması gerekir!
21)Türk Tabipleri Birliği emeğin serbest dolaşımı ilkesini savunmaktadır. Ancak Hükümet tarafından yabancı uyruklu hekimlerin ülkemizde istihdamına olanak sağlayan hukuksal çalışmaların karşılıklılık ilkesi gözetilmeksizin yapılması ve asıl olarak hekim emeğinin ucuzlatılması girişimi olması nedeniyle, gerekli hukuksal ve demokratik mücadeleyi sürdürmesi için TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Emeğin serbestçe dolaşımı ilkesi bir AB ilkesidir. Fakat AB içinde dahi bu kural bazı ülkeler için geçerli olup Türkiye için hiçbir zaman geçerli değildir ve olamayacaktır. Çünkü TC, AB' ne girilse dahi emeğin serbestçe dolaşımı hakkından zaten işin başında vazgeçmiştir. Dolayısı ile bu kural tersine ve tek taraflı işleyecek ve AB'nin işsiz hekimleri ve sağlık çalışanları Türkiye'de bu şekilde istihdam alanı bulacaktır. Bu durumda "emeğin serbestçe dolaşımı ilkesi"nin savunulması saçmadır ve gerçekçi değildir. Sorunun bu şekilde ifade edilmesi ile Türkler için hiçbir zaman olmayacak ve tek taraflı çalışacak serbestçe dolaşıma örtülü bir şekilde evet denilmektedir. AB ülkeleri, eğitimini ve ihtisasını AB ülkelerinde sağlayan Türk hekimlerine bile kendi ülkelerinde serbestçe çalışma hakkı vermemekte, Türk hekimler bu ülkelerde çoğunlukla korsan veya gizli çalışmaktadırlar.
22) Sağlıkta Dönüşüm Programı gereği A’dan Z’ye sağlıkla ilgili hizmetlerde değişiklikler yaşamaktayız. Sağlık çalışanları bu politika içerisinde sadece gerekli yaptırımların uygulanması aşamasında görülmekte; bu politikaların üretilmesinde hiç yer almamaktadır.
Döner Sermaye, Personel Dağılım Cetveli, Genel Sağlık Sigortası ve benzeri uygulamalar ile ilgili politikaların netleştirilerek özel bir tavır ya da eylem programlandırılmasına yönlendirilmesi için çalışmaları yapmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi TTB ve hekimler SDP'nde politika üretilmesine katılmamaktadırlar. Ayrıca "Döner Sermaye, Personel Dağılım Cetveli, Genel Sağlık Sigortası ve benzeri uygulamalar ile ilgili net bir politika" da yoktur. TTB, şimdiye kadar SDP ve bunun unsurları olan GSS ve aile hekimliği gibi konularda tavrını açık olarak belirlemeliydi. Bu eleştirinin bir amacı da bu tür politikaların üretilmesine ve anlaşılmasına katkıda bulunmaktır. TTB tepede kendi başına siyasetler belirleyeceğine ve eleştiriler karşısında olumsuz tavır takınacağı yerde, hekim kitlesini bu sorunlarda düşünmeleri ve kendi çözüm önerilerini üretmeleri konusunda cesaretlendirmelidir. SDP bir Türkiye projesi değildir. Bütün ayrıntıları ve unsurları ile dışarıda hazırlanan ve onların görevlendirdikleri denetmenlerce bir plan çerçevesinde yürütülen bir projedir. Ne yazık ki şimdiye kadar buna seyirci kalınmıştır.
23) Birinci Basamak Sağlık Hizmetlerini tahrip eden Aile Doktorluğu uygulamaları ve katılım zorunluluğu olan uyum eğitimlerinin derhal durdurulması için gerekli girişimlerde bulunmak üzere, TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
SDP sadece birinci basamak hizmetlerini değil bütün sağlık hizmetlerini tahrip etmektedir. Aile hekimliği paketin bir parçasıdır. Evet SDP'nin aile hekimliği uygulamalarına karşı çıkılmalıdır. Fakat aslolan SDP'nin tamamına karşı çıkılmasıdır. GSS ve “aile hekimliği” uygulaması İMF’nin üzerinde özellikle vurgu yaparak yaptırtmaya çalıştığı bir uygulamadır. İMF, programda “gecikildiğinden” bahsetmektedir. Demek ki düzenlenen plan çerçevesinde nelerin ne zaman bitirileceğine bile karar verilmiş.
Bu vesile ile şunu da ayrıca belirtmek gerekir ki SDP çok kapsamlı ve unsurlarından birisi olmazsa olmaz bir projedir. Projenin içinden zorlamalarla veya iyi niyetle iyi uygulama parçaları aramak nafile ve yanıltıcıdır. Bazı projelerin algılanması ve değerlendirilmesi konu ile ilgilenmeyenler için çok zor olabilir. SDP geçici değil kalıcı olmak üzere uygulanan bir projedir. Bu projenin sağlık sistemine ve insanlara verdiği zarar kolay kolay telâfi edilecek gibi görünmemektedir. Çünkü her şeyden önce sağlığın veya sağlık hizmeti adı altında tıbbi tüketim kalemlerinin alınıp satılabilecek bir konuma indirgenmesi hem sağlık çalışanlarına ve hem de halka benimsetilmiştir.
24) 01.01.2007’de uygulamaya başlatılması kararlaştırılan Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası bu haliyle sağlık sistemimize finansman yönünden hiçbir fayda sağlamayacağı gibi, yeni bir kaos ortamı yaratacak mahiyettedir. Bu konuda toplumu aydınlatmak ve kamuoyu yaratmak üzere çalışma yapmakla TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Bir hizmetin finansmanı iki şekilde karşılanır:
1.Herkesten belirli bir şekilde toplanan vergiler veya primlerle,
2.Hizmeti alan kişinin cebinden yaptığı nakit ödeme ile.
“Finansman meselesini” kimsenin anlamayacağı teknik bir konu gibi ele almanın bir yararı yoktur. GSS’de bunu yukarıdaki her iki şıkkı da kullanarak çözmeyi düşünmektedir. Mesele, finansman meselesinden çok toplanan bu paranın hangi amaçlarla toplandığı ve nerelere harcanacağı meselesidir. GSS ile vatandaşın cebinden “gerek prim ve vergi” gerekse de özel sigorta ve cepten nakit ödeme ile sağlık ticaretine daha fazla para çekmek veya moda deyimle “sağlığa ayrılan” parayı arttırmak hedeflenmektedir. Aslında sadece finansman meselesi değil projenin tamamı üzerinde tabip odalarının ve merkez konseyinin aydınlanması ve toplumu aydınlatması gerekir. Bugüne kadar bu konunun üzerine cesaretle gidilememiştir. Çünkü gelinen noktada ve tek taraflı propaganda ile sadece halkın, sendikaların, siyasi partilerin değil (solcu partiler dahil) hekimler ve sağlık çalışanlarının büyük bir çoğunluğu, projeye karşı değildir; projenin uygulanmasından hâlâ çok umutludur. Projeye esastan ve tümü ile radikal ve militan bir muhalefet göremiyoruz. Tabii ki burada tabip odası içinde veya TTB kongresine katılan şu veya bu grubu eleştirmiyoruz. Eleştiri neticede bu kararlara katılan bütün gruplara olup amaç sorun karşısında tabip odaları ve TTB’nin duyarlılığını arttırmaktır. Eğer neticede SDP’ne hekim kitlesi karşı çıkmıyorsa bunu da cesaretle söylemek ve tarihe bu şekilde geçirmek gerekir. TTB ve memur sendikaları da projenin sadece bazı uygulamalarına karşı imiş gibi davranmaktadırlar. Burada bahsettiğiniz konularda da susmaktadırlar veya görüş belirtmemektedirler. İşçi sendikalarının durumu ise daha acıdır. SDP konusunda doğru önderlik ve siyasetlerin olmaması nedeniyle, İMF, Dünya Bankası, DTÖ ve AB’nin diğer uygulamalarına karşı toplumda ciddi bir muhalefet ve nefret geliştiği halde SDP ve sağlık alanında bunu görememekteyiz. Türkiye’de uygulanan SDP’nin tam bir çöküşe doğru gittiğini görmek ve anlamak için çok zeki olmak gerekmiyor. İlgili bakan ve kuruşların açıklamaları bile bu gidişin yönünü göstermektedir. (16. Ekim 2006 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin haberine göre sağlık harcamaları bir yıl öncesine göre % 60 oranında artmıştır) Fakat, buna rağmen, program tamamlanıp sağlık ve sigorta sistemi çökmeden önce bu durumda bir değişiklik olmayacakmış gibi de görünüyor. Bu şekilde tarihe de not düşüyorum…
25) Sağlıkta Dönüşüm Programı kapsamında sağlık alanının ticarileştirilerek sağlık çalışanlarının tek taraflı sözleşmelerle, taşeronlaştırma ve siyasi iktidarların keyfiyetinde iş güvencesinden yoksun çalışmaya mecbur edilmesi kabul edilemez. Grevli - toplu sözleşmeli çalışma hakkı için mücadele etmekle TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oy çokluğuyla kabul edildi.
Burada da ilk cümlede genel gidişe karşı çıkılmakta ve durum kabul edilmez bulunmaktadır. Daha sonra da sanki “mevcut durum” bir şekilde kabul edilerek, mevcut duruma karşı mücadele yöntemi ve şekli olarak da “grevli-toplusözleşmeli çalışma hakkı” bir alternatif olarak savunulmaktadır. Ülkemizde küresel sömürgecilerin sağlık dışındaki diğer projeleri ve onlarla tam uyum içinde çalışan sendikalar sayesinde hiçbir sendika veya işçi örgütü artık bunların karşısına bir güç olarak çıkabilecek durumda değildir. Maalesef bu örgütlerin yöneticileri AB fonlarından para alarak veya farklı yöntemlerle onların istedikleri gibi bir örgüt haline sokulmuştur. Sağlıkta özelleşme bittiği zaman memur sendikalarının dahi ortada kalmadığını göreceğiz. Bugün projeye karşı herhangi bir varlık gösteremeyen sendikaların, ilerde sendikal hakları korunsa bile neyin mücadelesini verecekleri merak konusudur.
28) Ülkemizin 40 yıllık birikimi olan Sağlık Ocaklarının kapatılarak Aile Doktorluğu ofislerine dönüştürülmesi uygulamalarının kınanmasına ve bu uygulamanın durdurulması için her türlü meşru hukuksal girişimlerde bulunmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Aile hekimliği, sadece izin (sertifika veya yetki belgesi) verilen kişilerin açabildiği ve sadece bazı özel işlerin yapılabildiği özel muayenehanelerdir. Aile hekimliği bizim sağlık ocağı olarak bildiğimiz birinci basamağın özelleştirilmesinin adıdır. Aile hekimlerinin tam olarak hekimlik yapma ve her türlü ilacı yazabilme yetkisi dahi yoktur. Daha ziyade sistemin bürokratik bir unsurudur. Kendisini buralara uğramadan sağlık hizmeti talep edenlere daha fazla ücret tahakkuk ettirilmesi ile gösterecektir. Hastalar artık bir de bu aile hekimlerinin kapılarında sevk için bekleyecek ve istenilen hastaneye girebilmeleri için rüşvet ve komisyonlar vermek zorunda kalabileceklerdir.
29)Döner sermaye ve performansa dayalı ücret uygulamalarının ve 1 Temmuz 2006 genelgesinin eğitim hastaneleri ve tıp fakültelerinin eğitim/araştırma/hizmet sorumluluklarını yerine getiremez hale getirdiğinin altı çizilerek; eğitim hastaneleri ve tıp fakültelerine genel bütçeden ayrılan ödeneklerin arttırılması için girişimlerde bulunmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
TTB’nin yaptığı en vahim değerlendirmelerden birisi de budur. Sanki “döner sermaye uygulaması” eğitim veren ve fakülte hastanelerinin çalışmalarını engellemekte ve onların aleyhine çalışmaktadır. Döner sermaye uygulamaları bu hükümetten önce başlamıştır ve Üniversite hastanelerinde zaten uygulanıyordu. AKP döneminde ise bütün devlet hastanelerinde de uygulamaya konulmuştur. Bu uygulamanın ana amacı hastaneleri kendi elde ettiği gelir ve kâr ile geçinen bir ticarethaneye dönüştürmektir. Bu uygulamada hastaneler gelir ve kâr paylarını arttırmak için hekimlere yaptıkları iş veya hastaneye getirdikleri kazanç oranında kâr payı vermektedirler. Bunu alabilen hekim de maaşa göre daha fazla kazanç elde ettiği için bu sistemi sevmektedir. Kapitalizmin ana felsefesi budur; kendi kazanırken kendisine kazanç sağlayanlara da kâr payı vermek. Sistem en tepeden en aşağıya kadar bu kâr paylarının ve komisyonların dağıtılması ile işler. Sistemin ikinci ayağı da zaten bir işletme olan hastanelerin, sağlık işlerini, hizmetlerini (tomografi, MR, endoskopi, laboratuar tetkikleri ve diğer tedavi hizmetleri), ilaç kullanımını, girişim, ameliyat ve yatışları abartarak artık bir geri ödeme kuruluşu haline gelen Sosyal Güvenlik Kurumundan tahsil etmesidir. Bütçe Uygulama Talimatı ile bazı girişimlerin kâr payları ile hesaplanan fiyatları (paket fiyat) saptanmıştır. Üniversite hastaneleri bu paket fiyatlar üzerinden hizmet vermeyi kabul etmedikleri gibi, tedavi ve girişimleri paket fiyatların beş-on katı gibi fiyatlara ancak mal ettiklerini söylemekte ve işlemleri insan aklının alamayacağı oranlarda abartmaktadırlar. Yatan hastalarda tahlil sayılarının bazen bin, bin beş yüzlerleri bulduğu gibi, sağlık hizmeti ve insan sağlığı ile hiçbir ilgisi olmayan, yok yere morbidite ve mortaliteye neden olan gereksiz ameliyat ve girişimler olabildiğince abartılmaktadır. Bu girişimlerin kendilerine uygulandığı hastalar da “en modern sağlık sistemi”ni aldıkları için sevinmektedirler. Çünkü onlar da sistemin gönüllü ve abone “müşterisi” haline gelmişlerdir. İlgili tarafların baştan karşı çıkmadığı sistemin üçüncü ayağı da, geri ödeme
kuruluşlarınca yapılan incelemeler sonucunda bu kuruluşların yaptığı fazla, abartılı, gereksiz veya yapılmayan işlemlerin yapıldı gibi gösterildiği kalemlerin göstermelik bir şekilde incelenmesi ve bu şekilde ödemelerin sağlama alınmasıdır. Hastaneler tarafından şişirilen bu kalemlerde, yapılan sözde incelemelerle ancak cüzi ve önemsiz kesintiler yapılabilmektedir. Bu da sistemdeki hata ve kötü kullanımları ne önlemekte ne de düzeltmektedir. Bu sözde denetim yapan geri ödeme kurumları da yapılan bu abartılı ve şişirilmiş faturaları olduğu gibi onaylayıp ödeyecek şekilde çalışmaktadır veya böyle kurulmuşlardır. Emekli Sandığı ve Bağ Kur’da gönderilen faturalar hemen hemen olduğu gibi ödenmektedir. Zaten bu kuruluşlarda bu işi yapacak ciddi bir denetim sistemi ve elemanı yoktur. SSK’da ise, kurulan denetim sistemi, esasen sağlıklı bir denetim yapamaması için her türlü önlemin alındığı göstermelik bir sistemdir. Bir taraftan oluşturulma şekli ve mevzuatı ile sağlıklı ve etkili denetim yapması oldukça güçleştirilen bu kuruluşlar, diğer taraftan gerek mevzuat gerekse de doğrudan baskı ve yönlendirmelerle bu tür denetimleri ve usülsüz kesintileri yapamaz hale getirilmişlerdir. Ayrıca her türlü fatura şişirilmesine imkân veren bu sistemde yapılabilen kesintiler cok önemsiz kalmakta ve etkili olamamaktadır. Meselâ, paket fiyatının on katı abartılmış bir faturada % 10 kesinti yapıldığını düşünelim… Paket fiyatı 100 lira olan bir işlem 1000 YTL’ye fatura edilmiş ise, kesinti ile bu tutar 900 YTL’ye inmekte ve kuruluşa gene fazladan 800 YTL fazladan ödenmektedir. Bu kuruluşlarda çalışan hiç bir denetim elemanı bu konuda bir eğitimden geçirilmemiştir. Gerekli ve yeterli mevzuatla desteklenmedikleri için gerçekten bir denetim yapmadıkları ve yapamadıklarını, ancak çok az sayıda kişinin üstelik de kişisel olarak zarara uğrama pahasına bu denetimleri yapabildiğini de ayrıca belirtmek gerekir. Üniversiteler bu şekilde olağan bir şekilde elde etmeleri gereken tutarların onlarca katı fazla parayı sosyal güvenlik kuruluşlarından almakta olup, tahammül edemedikleri kesintiler de, “kaza ile” kesilen bu cüzi tutarlardır. Basında yıllardan bu yana yer alan, bir çok yazı ve habere konu olan bu konularda ne yazık ki TTB duyarsız kalmakta ve bu temel sorunu görmezlikten gelmektedir. Sosyal güvenlik Kuruluşlarının parası “yağma Hasan’ın Böreği” değildir. Zaten sosyal güvenlik kuruluşları mevcut sağlık giderlerini karşılayamamaktadır. Bir noktada deniz bitecek ve tatlı kârlar hâyâl olacaktır. Şu anda uluslararası tıp kartelinin belirlediği gibi ve onların yararına olan bir sağlık anlayışının eğitimini veren tıp fakültelerinin artık bir bilim kurumu olup olmadıkları da tartışmalıdır. Tıp fakülteleri ve hastaneleri de moda deyimle çok önceden kartel sistemine uygun bir yapıya dönüştürülmüştür. Tıp fakültesi hastaneleri, kartelin ürettiği yeni ve pahalı ilaç, tıbbi cihaz, malzeme, biyomedikal ürün ve sarf malzemelerinin araştırma ve çalışma adı altında gereksiz ve yaygın şekilde tükettirildiği, pazarlandığı kurumlara dönüşmüştür. Buralarda çalışan hekim ve çalışanlar dikkatli ve uyanık olmalıdır. Çünkü, Dünya Ticaret Örgütüne verilen taahhütler arasında sırada üniversitelerin tamamen özelleştirilmesi de vardır.
Diğer taraftan üniversite başka bir şeydir; üniversitede çalışan hekim başka… Üniversite hastaneleri buralarda çalışan hekimlerin malı-mülkü değildir. Fakat sistem verdiği komisyonlarla buralarda çalışan hekimleri de tamamen hakimiyetleri altına almıştır. Kendi çıkarları doğrultusunda kullanmakta ve çalıştırmaktadır.
Burada bahsettiğim konular, şu anda Türkiye’de bir tabu olup, hiç kimse ne bu konuda konuşmakta ne de böyle şeyleri duymak istemektedir. SSK Sağlık İşleri İle İlgili bir soruşturmada TTB yönetimi hiç bir haklı ve meşru dayanağı bulunmayan sürgünleri savunarak, bu vesile ile bir kere daha sağlıkta dönüşüm sistemini savunan idarenin uygulamasına arka çıkmıştır. Soruşturma, denetim yapan Sağlık İşleri İl Müdürlüklerinde, yapılan inceleme ve denetimlerde hastane faturalarında şişirilen, abartılan, yapılmadığı halde yapıldı gösterilen veya diğer usulsüz işlemlerle ilgili göstermelik de olsa yapılan kesintilerin hiç yapılmaması ve yapılmış kesintilerin usulsüz ve kanunsuz bir şekilde re'sen iptalleri nedeniyle yapılmıştı...Üstelik bu soruşturmalarda şikâyetçi olan ve daha sonra şikâyette bulundukları için sürülen hekimlerin iddiaları, hatta daha fazlası müfettiş raporları ile de kanıtlanmıştır. “Sağlıkta Dönüşümün” ne olduğunun ve nasıl bir sağlık sistemi getirilmek istendiğinin anlaşılması için bu soruşturma ve sonuçlarını iyi anlamak ve incelemek gerekmektedir. Durum böyle iken, kendilerini, mesleklerini yaparken dil, din, ırk, vb. ayrımı yapmadan tarafsızlıkla hekimlik yapacağını bildiren bir çok hekim arkadaşımız, sistem tarafından cezalandırılan arkadaşlara karşı ayrımcı davranışlarda bulunmuş, yardımcı olmaktan korkmuş veya açıkça taraf olmuşlardır. Bazı hekimler SSK Sağlık İşlerinde Çalışan hekim denetmenleri “bunlar bizim paramızı kesiyorlar” diyerek eleştirmekte ve sağlıkta dönen bu kirli kâr ortaklığını savunmaktadırlar. Kısaca bu sistem hekim ahlakını ve deontolojisini de bozmuştur.
SDP, Türkiye sağlık sistemi içinde patlatılan bir atom bombası olup amacı sağlık sistemini tamamen çökertmektir. Hatta bu bile değildir. Nihai amaç, Türkiye’yi çökertirken, diğer uygulamalarla birlikte (özelleştirme, toprak satışı, ve yabancılara tanınan diğer imtiyazlar) sağlık sisteminin de Türkiye’yi yok etme savaşının bir silâhı olarak kullanmaktır.
34)Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da hekimlik koşullarının ne olduğunun saptanması ve olumsuz koşulların nasıl düzeltilebileceğine ilişkin çözümlerin ortaya konması göreviyle bir komisyonun teşkil ettirilerek değerlendirmeler yapmak üzere bölgeye gönderilmesi için TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oyçokluğuyla kabul edildi.
Sağlık sistemi ve hekimlik koşulları sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da değil, Türkiye’nin tamamında ve hatta dünyada bütün dünyada bu işleri düzenleyen tıp karteli’nin istediği şekilde sürdürülmektedir. Türkiye’nin farklı bölgelerinde sistemin işleyişi farklı değildir. TTB’nin bu kararı ile sanki Türkiye’nin bazı bölgelerinde sistem farklı işliyormuş gibi gösterilmekte ve bu şekilde küreselleşmecilerin kışkırttığı diğer bir unsur olan etnik ayrımcılığa hiç âlâkasız bir konuda prim verilmektedir.
Sağlık sisteminde şimdiye kadar “etnik veya ırkçı” bir çözümün savunulduğu görülmemiştir. Şu veya bu etnik grupların ilk ve ortaçağlardaki kabileler gibi, kendi dilleri, dinleri mezhepleri ile etnik kimliğini yaşama aldatmacasına bu sefer bir de sağlıkta etnik örgütlenme modeli eklenmektedir.
36)Sürekli Tıp Eğitimi ve Sürekli Mesleki Gelişim etkinliklerine hekimlerin katılımının teşvik edilmesi, kredilendirilmesinin devamının sağlanması oybirliğiyle karar altına alındı.
Sürekli tıp eğitimi ve bu konuda TTB'nin görevi tekrar gözden geçirilmelidir. Bilindiği gibi hem üniversiteler ve diğer tıbbi eğitimlerde ne öğretileceği, nelerin hastalık kabul edileceği, hangi tahlillerin yapılacağı, hangi cihaz, malzeme ve ilacın kullanılacağı uluslar arası medikal kartel tarafından belirlenmektedir. Mezuniyet sonrası eğitim adı altında TTB tarafından kredilendirilen ve çoğu uzmanlık derneklerince yürütülen kongreler de, gene bu ilaç ve cihaz üreten firmaların desteği ile düzenlenmekte ve hekimler kongrelere bu firmalar tarafından götürülmekte, yedirilmekte, içirilmekte, beş yıldızlı otellerde misafir edilmekte ve daha sonra da bunların karşılığı olarak hekimlik uygulamalarında neler yapacakları TTB tarafından kredilendirilen ve kartelin ihtiyaçlarına göre sürdürülen eğitim çalışmaları ile sağlanmaktadır.
TTB ve hekimlere düşen görev:
1.Sürdürülmekte olan sağlık sisteminin nasıl bir sistem olduğunu araştırmak;
2.Sağlık hizmeti adı altında hekimlere ne gibi görevler verildiğini ve hekimlerin nasıl çalıştırıldığını saptamak ve medikal kartelin (tıp karteli) belirlediği düzene karşı duruşunu ve safını belirlemek ve
3.Ulusal ve insan merkezli bir sağlık düzeni ve anlayışının hayata geçirilmesi için hekimler, sağlık çalışanları ve toplumun diğer kesimleri ile bütünleşmektir.
Eğitim vermek TTB'nin görevi değildir. TTB bir akademi değil bir meslek örgütüdür. Hekimlik uygulamalarında görülen hatalar eğitimden değil, düzenden kaynaklanmaktadır. Verilen eğitim nerede verilirse verilsin kartelin belirlediği şekilde sürdürülmektedir. Kartelin belirlediği sınırlar dışında bir tıp uygulaması esasen aforoz edilmektedir. TTB gerek tıp eğitimi ve gerekse sürekli tıp eğitimi konularında siyasi çalışmalar yapar ve kendi üyelerini bilgilendirmek için konferanslar düzenleyebilir. Fakat bunun kredilendirilmesi veya TTB'nin hekimleri eğitmeye çalışması gibi uygulamalardan vazgeçilmelidir. TTB'nin uğraşması gereken daha ciddi konular vardır.
53)TTB, Hükümetlerin emperyalist çıkarlar için başka ülkelere asker göndermesine karşı çıkar ve gönderilenlerin ise acilen geri çekilmesi için mücadele edilmesini
oyçokluğu ile kabul eder.
TTB'nin bu kararına katılmamak mümkün değildir. Bu karar doğrudur.
54)
a) TTB’nin hekimlerin özlük haklarını korumak ve savunmak konusundaki çabaları temel görevidir. Bu çalışmaların artmasının ve etkinleştirilmesinin temel hedef olmasını istiyoruz.
b)Sağlık politikalarında “Devrimciliğin çok mühim vazifeler yüklediği Türk Vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı en hassas milli meselemizdir” düşüncesini benimsemeli ve uygulamalıdır.
c)TTB emperyalizme karşı ülke bütünlüğünü ve Cumhuriyetimizi savunan milli bir duruş sergilemelidir.
d)TTB, farklılıklarımızı belirginleştirmeyi değil, toplumsal bütünlüğümüzü tartışmasız kılmayı hedeflemelidir.
şeklindeki önerge oy çokluğuyla kabul edildi.
TTB'nin bu kararları da genel olarak doğrudur. Fakat bir yandan ülke bütünlüğünü savunurken diğer taraftan ülkemizin sömürgeci AB ve ABD tarafından
parçalanması amacı ile kışkırtılan, örgütlenen ve her alanda beslenen dış kaynaklı "Kürt sorunu" konusundaki tavır bu anlayışla çelişmektedir. Bu ülkelerin bölgeden çekilmesi ve bunların petrol ve diğer stratejik ihtiyaçları sona erdiğinde Kürt sorunu, ermeni sorunu ve diğer sorunlar ortadan kalkar.
55)TTB, ülkemiz insanının büyük insani trajediler yaşadığı “Kürt Sorunu”na barışçıl ve demokratik çözümler üretilmesinin toplum sağlığımıza olumlu katkılar yapacağına inanır; bu hedefe yönelik olarak ülke yöneticileri, sivil toplum ve meslek örgütü yöneticilerini çaba göstermeye davet edilmesini oyçokluğu ile kabul eder.
“Kürt sorunu”, “barışçıl ve demokratik çözüm” konularının ne anlama geldiği üzerinde de durmak gerekmektedir. Bu konular da yıllardır basmakalıp ve sürekli tekrarlanan konulardır. Hekimlerin ve halkın “kürt sorunu” denen sorunun ne anlama geldiğini öğrenmesi gerekmektedir. Gelinen aşamada bütün dünyayı tek elden ve doğrudan yönetme amacı ile bir dünya devleti kurmaya çalışan sömürgeci güçler koalisyonu bunun teorisi ve pratiğini de yaratmıştır. Küreselleşme bugün artık bütün dünya çapında sürdürülen sömürgeleştirme projesinin şirinleştirilmiş adıdır. Barışçı bir şekilde Avrupa merkezli sürdürülen bu küresel stratejinin Avrupa’da adı Avrupa Birliği, ve bölgeye medeniyet ve insanlık öğretme amacı ile doğrudan silahlı saldırı ile yapılmaya çalışılan bölümünün adı da “Büyük Orta Doğu” projesidir. Türkiye’de her iki proje birlikte uygulanmaktadır.
Bu teorinin önermeleri şunlardır Dünya küreselleşmektedir; sınırlar ortadan kalkmakta, ulus devletlere gerek kalmamaktadır. Bütün dünyada ticaretin önündeki engeller kalkmalı, devletler yok olurken devletin elindeki bütün ticari araçlar, bankalar, topraklar, madenler, fabrikalar, hastaneler, üniversiteler hatta hizmet sektörü ve hapishaneler dahil, devletin yaptığı bütün işler devletin elinden alınarak özelleştirilmeli ve uluslar arası şirketlere devredilmelidir. Ulus devletler küresel devletin bir nevi belediyeleri haline gelmelidir. Bütün dünyada insanlar birbirleri ile anlaşabilmeleri için ortak bir dil (İngilizce) öğrenmelidir; ayrıca yeni şartlara uygun olarak dinler de ortak yönleri ele alınıp birleştirilmeli ve küresel bir din oluşturulmalıdır. Böylelikle dinin bölücü etkisi azalır. Dinler birbirine barışır. Şehirler dünya şehri, ülkeler dünya ülkesi olmalıdır.
Bu teorinin Türkiye’de uygulaması şudur: Devlet küçültülmüş ve elinde hiçbir şey bırakılmamıştır. Topraklar, madenler, fabrikalar, bankalar ve akla gelebilecek her şey özelleştirilmiş ve yabancılara satılmıştır. Ülke ekonomisini İMF, ordusunu NATO yönetmektedir. Gümrük, ticaret ve hukuk alanında AB’ye bağlanmış durumdayız. Anayasada devletin adı Cumhuriyet, resmi dili Türkçe olmasına rağmen resmi ve asıl dil İngilizce olmuştur. Okullarda ve üniversitelerde eğitim İngilizce yapılmakta; işe girişlerde İngilizce bilme koşulu getirilmektedir. Öyle ki; kendi dilini ve kültürünü yaşayamayan ve hatta yaşamaktan vazgeçen halkımız da bu kampanyaya katılmıştır. Yapılan bir ankette, ankete katılanlar Örovizyona katılacak şarkının dilinin İngilizce olmasını istemektedir! Sokaklarda artık Türkçe bir tabela bile görmek mümkün değildir. Daha da ilginçi bundan rahatsız olan da yoktur! Küreselleşmede kendi dil ve kültürünü yaşamak budur! Orta yerde ne bir ulusal kültür, ne ulusal bir dil, ne de bozulmamış din kalmıştır. Hepsi yeni dünya düzeni doğrultusunda “dönüşmüştür”. Sadece ülkeler değil kişiler, milletler de dönüşmektedir. Ülkenin diğer yasa ve mevzuatları da müzakere yutturmacası adı altında AB müktesebatına uydurulmakta yani AB kurallarının, yasalarının ülkemizde tümü ile geçerli olması için çalışılmaktadır. Böyle bir ülkenin bağımsız olduğu söylenemez.
Küreselleşmeci güçler bütün bunları yaptırırken diğer taraftan ülke içinde etnik, dini veya mezhep gibi kendini farklı hisseden grupların kendi dinini, kültürünü yaşayamadığını, dilini konuşamadığını söyleyerek bunların haklarının verilmesini veya açıkça bunların küresel hegemonyaya bağlı küçük birimler olarak devletleşmelerini istemektedir. Bu küçük gruplar kendi kültürümü, dinini, dilimi yaşayacağım diye oyalanırken, atı alan Üsküdar’ı geçmektedir. Çünkü küreselleşme kendi sömürgeci dili ve kültürü dışında hiçbir şeye izin vermemektedir. Ülkemizde geniş halk yığınları ve etnik gruplar esasen küresel kültür altında kendi benliğini önemli olarak kaybetmiş ve yabancı kültürlerin etkisi altına girmiştir. Ülkemizde yaşayan etnik grupların kültürü de neticede Türk kültürünün bir parçasıdır. Sömürgecilerin işgal ettikleri, sömürge veya kukla haline getirdikleri ülkelerde o ülkenin ne dilini ne de kültürünü bırakır. Bunun örneği, bugün artık kendi dilini unutan ve İngilizce veya Fransızca konuşan Cezayir, Fas, Tunus, Hindistan, Bengaldeş ve Pakistan gibi ülkelerdir. Diğer taraftan da kültür, dil ve dini yaşatmak için bir takım grupların illâki devlet olma şartı da yoktur. Eğer önem verdiğiniz ve sahip olduğunuz bir kültür varsa onu savunmanızı ve yaşamanızı kimse elinizden alamaz. Bunu yaşatmanız için bir şehir veya mahalle devleti olarak örgütlenmeniz gerekmez. Bilindiği gibi Yahudiler binlerce yıldır değişik ülkelerde yaşamışlar, bu arada hem kendi dillerini, dinlerini ve kültürlerini; hem de ırklarını olabildiğince saf bir şekilde korumuşlardır. Bugün de bir çok alanda hem ABD hem de dünyayı yönetmektedirler. Ama Yahudilerin yaşadıkları ülkelerde ayrıca dilimi, kültürümü konuşacağım, yaşayacağım diye bir azınlık hakkı istedikleri veya özerklik istedikleri görülmemektedir. Kuzey Irak’ta ABD tarafından kurulan İsrail ve ABD kontrol ve himayesinde kurulan kukla Kürt Devleti’nin lideri Barzani de Yahudi kökenlidir. Türkiye’de veya Dünya’nın herhangi bir bölgesinde isteyen kendi kültürünü ve dilini yaşayabileceği gibi, beğenmiyorsa yeni kültür, dil ve din de icat edebilir. 1970’lere kadar Türkiye’de dillenen bir Kürt sorunu yoktu. ABD ve AB projeleri ile birlikte ülkemizde ve Kuzey Irak'ta bu tür ayrılıkçı hareketler örgütlenmeye ve canlandırılmaya çalışılmıştır. Kuzey Irak’ta yaşayan Türkleri görmezden gelen Türk yönetimleri burada yıllarca Barzani ve Talabani’yi her yönden destekleyerek bu kukla devletin kurulması için elinden geleni yapmıştır. TC yönetimi ve meclisteki partiler bu kukla devlet ve ABD askerlerinin Telafer’de Türklere katliamlar yapmasına sessiz kalmışlardır.
1970’li yıllarda Kürtçülük olarak isimlendirdiğimiz bu ayrılıkçı hareketleri desteklemek solcu ve devrimci olmanın nerede ise olmazsa olmaz şartı idi. Zamanla bu durum da değişmiş ve önceden sağcı ve milliyetçi bilinen bütün partiler aynı zamanda “Kürtçü” de olmuşlardır. Esasen AB ilerleme şartları ve Kopenhag kriterlerini savunan siyasi partilerin Kürtçülük ve bölücülük konusunda bu solcu geçinen kesimleri fersah fersah geçtiğini, onların dile bile alamayacağı bir çok koşul ve şartı kabul etmek şöyle dursun bu konuda bir çok yasayı çıkardıkları, şartları kabul ettikleri görülecektir. Kürtçülük, Ermenicilik, Laik Türkiye Cumhuriyeti içinde Ortodoks hristiyan din devleti kurulması taraftarı olmak artık sadece sözde solculuğun değil, AB’ciliğin ve ABD'ciliğin de şartı haline gelmiştir. Günümüzde bu sözde solculuğun ölçütleri artık “Kopenhag ölçütleri” olmuştur. Bu nedenle bu siyasetler artık bir devlet politikası sayılabilir. Bunlara Kıbrıs ve Ermeni soykırımı konularında verilen tavizlerle, Dicle ve Fırat arasındaki bölgenin idaresinin sömürgeci ülkelere devredilmesi gibi tavizleri de ekleyelim … Kendisini milliyetçi olarak tanımlayan ve A. Öcalan’ın asılması için mücadele eden bir parti bile A. Öcalan’ın ve bu vesile ile benzeri idam cezalarının da ortadan kaldırılması için, kendisini sandığa gömecek bir seçimi şart koşmuştur!? Şu anda da idam cezası yerine A. Öcalan’ın F tipi cezaevine gönderilmesini savunmaktadır… AB taraftarı olmakla övünen sadece bu milliyetçi parti bile Kürtçülük şampiyonluğu yapan sol örgütlerden çok daha fazlasını başarmıştır. Şimdilik bu başarıları ile fazla övünmüyorlar o kadar…
Atatürk’ten sonra ülke yöneticileri de ülkenin doğrultusunu ve niteliğini hemen değiştirerek TC’nin tam bir manda haline getirilmesi için elinden geleni yapmış, yapılan tek taraflı anlaşmalarla ve çıkarılan yasa ve anayasa değişikliklileri ile bunun yasal zemini oluşturmuştur. Kıbrıs'taki Anan planı referandumunda hemen hemen bütün partiler ve kurumlar Kıbrıs’ın Rum’lara verilmesi anlamına gelen bu planı canla başla desteklemiştir. Bu sözde sağcı ve solcu partiler görüldüğü gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni çoktan kitaplarından çıkarmışlardır. Kısaca Türkiye’de hiçbir kurum ve parti sanıldığı gibi bağımsızlığa, ülke bütünlüğüne, ulusçuluğa meraklı olmadığı gibi, bir ulus devleti de savunmamaktadır. Bu ülkede vatana ihanet suç olmaktan çıkarılmıştır. Bütün bu gelişmelere Birleşmiş Milletler İkiz Yasalarının çıkarılması ile son nokta konulmuştur. “İkiz İhanet Yasası” olarak bilinen bu yasa uyarınca Türkiye içindeki herhangi bir etnik, dini veya herhangi bir özelliği olmayan bir grup bile Birleşmiş Milletlere başvurarak kendi dili, dini, kültürü veya nesi varsa onu yaşamak için devlet kurabilir. Türkiye Cumhuriyeti bu başvuruların gereğini yapacağına söz vermiş olup, eğer devlet veya hükümetler buna karşı çıkarsa BM’in silahlı müdahalesini de kabul etmişlerdir. Görüldüğü gibi TC “demokratik çözüm” için elinden geleni yapmış, tavizi vermiş ve yasaları çıkarmıştır. Daha ne yapsın !... Bundan sonrası artık böyle hakkı olduğunu iddia eden gruplara kalmıştır. AB ve ABD ile bunların destekledikleri parti ve gruplar Türkiye’de artık bir altın vuruş yapacak, ABD ve AB'de yayınlanan yeni Serv haritlarını uygulayacak Gorbaçov’unu beklemektedir.
Türkiye’de bir Kürt sorunu yoktur. Aynen Anan planını halkımızın büyük bir bölümünün desteklemek için kandırıldığı gibi, bu konuda da sayıları fazla olmayan bir azınlık aldatılmıştır. Kimsenin, Kuzey Irak’ta veya yurdumuzun bir bölgesinde sömürgeci proje ve amaçlar için bir dizi kukla devlet kurulmasından bir çıkarı yoktur. Bu iş kimseye itibar kazandırmaz. Bu grupların arkasında da gene belirli mekanizmalarla TC’i yöneten ve yönlendiren ABD ve mandası altına girmek için can attığımız AB ülkeleri olduğu unutulmamalıdır. Kürtçülük artık AB’ci olmanın da olmazsa olmaz kuralıdır. İçerideki Kürtçüler ve diğer bölücü gruplar AB’nin kontrolündeki diğer örgütler gibi maddi ve manevi olarak onlar tarafından desteklenmekte, himaye edilmekte ve yönlendirilmektedirler. Adı geçen ülkelerin Türkiye üzerindeki egemenliklerini kabul eden parti, hükümetler ve devlet organlarının Kürt sorunu ve ulus devlet aleyhinde diğer görüşlerinin AB’den farklı olamayacakları açıktır. Bu arada Türk Ordusu’nun da geçmiş dönemdeAB’ye karşı olmadığı bilinmektedir. Meraklısı bütün partilerin kendi iktidarlarında kabul ettiği veya muhalefette iken karşı çıkmadığı AB kararları ve Kopenhag ölçütlerini okuyacak olursa bunları görebilir ve öğrenebilir. Bu kararlarda bu görüşler, anlama güçlüğü olanların bile anlayabileceği tarzda gayet açık ve hiçbir yanlış anlamaya yol açmayacak bir şekilde ifade edilmektedir.
Kısaca bu gelişmelerde bu konu artık TTB’nin talep ettiği noktalardan daha ileriye taşınmış olup, büyük mevziler kazanılmış; neredeyse işin sonuna gelinmiştir. TTB’nin bu yolda bir şeyler yapmasını istediği merciler “daha fazlasını” zaten yapmıştır ve yapmaya da kararlıdır!
TTB’nin yıllarca Kürtçülük, F tipi cezaevleri üzerinde durması bir çok kişide bu sorunların sanki ülkemizin sağlık sorunlarının bir parçası olduğu ve diğer sağlık sorunları ile uğraşırken bunun da onlar gibi TTB’nin görevleri arasına girdiği gibi bir hatalı anlayışa da neden olmuştur. Bir çok kişi sanki sağlık alanında bir çok sorun çözümlenmiş gibi bu konuya odaklanmış bu arada temel sorunlar gözden kaçmış veya alt sıralara düşmüştür. Bu talepler, ülkemizin “sağlık sorunuyla” la bir ilgisi olmadığı gibi, Bu karar TTB Büyük Kongre Kararlarının 54. madde (c) ve (d) maddeleri ile çelişmektedir. Bu da kongreye katılanların her iki maddenin ne anlama geldiğini yeteri kadar düşünmemiş ve anlamamış olduklarını göstermektedir. TTB’ye ve yurtseverlere düşen ülkeyi bölmek, karıştırmak ve iç savaş çıkarmak isteyen ve ülkemiz aleyhine bu tür silahlı ve silahsız kalkışmaları her planda ve her türlü imkânları ile destekleyen ABD ve AB sömürgecilerine karşı çıkarak “Biz tek bir ulus devletten yanayız. Siz bizi niçin bölmek istiyorsunuz, niçin Türkiye aleyhine olan ayrılıkçı ve silahlı hareketleri destekliyorsunuz.” demek olmalıydı. Veya eğer bölücülüğü savunuyorlarsa hükümete veya devlete muhalif görünmek yerine sadece mevcut hükümet-devlet politikalarını savunduklarını söylemeleri yeterlidir.
57)TTB Olağanüstü 55. Büyük Kongresi açık ve ağır bir insan hakları ihlali olan F tipi cezaevlerindeki tecrit koşullarının çağdaş, insani cezaevi koşullarına dönüşümünü sağlamak üzere Adalet Bakanlığı’na çağrıda bulunmayı oy çokluğu ile kabul eder.
TTB burada da AB ülkelerinde bir standart olan F tipi cezaevleri konusunda bir karar vermeden önce AB ve AB etkisi ile ülkemizde yapılan işler ve uygulamalar konusunda bir karar vermelidir. F tipi cezaevleri uygulaması Avrupa Birliği Komisyonu ile işbirliğinde yürütülmekte olan Yargının Modernizasyonu ve Ceza Reformu Projesi kapsamında yürütülmektedir.
Bir meslek örgütü olarak TTB, F tipi cezaevleri ile bu kadar çok uğraşacağına, önce yoksulluk sınırının altında yaşayan milyonlarca halkın, hastanelerde sefil şartlarda yatan hasta ve hekimlerin hangi koşullarda yaşadığına bakmalıdır. Diğer taraftan hekimlere uygulatılan tıp anlayışı sonucunda ve sağlık hizmeti adı altında iatrojenik olayları ve yaralanmaları arttıran tedavi ve cerrahiler üzerinde durulması TTB'nin daha fazla görev alanına girmesi gerekirdi. Neticede F tipi cezaevinde tutuklular koğuş yerine özel odalarda kalmaktadır. Bir çok kişi açısından koğuşta kalma yerine tuvaletli özel odalarda kalmak tercih edilebilir bir durumdur.
TTB yönetimi hastaların da koğuşlarda mı yoksa özel odalarda mı yatırılmaları konusunda da görüş belirtebilirdi. Ayrıca bir AB standardı olan ve bu nedenle yaptırılan F tipi cezaevlerine neden karşı olundu[1]ğu anlaşılır bir şekilde hekimlere anlatmalıdır. Hem AB'ci olunup hem F tipine karşı olunmaz.
58)TTB, çok büyük can kayıplarına neden olan trafik kazaları ve beklenen deprem ile ilgili gerekli önlemlerin alınması konusunda duyarlılığın artırılması için çaba gösterilmesini oybirliği ile kabul eder.
Trafik kazaları ve deprem gibi olaylarda yaşanan durumlar ulaşım ve şehircilik anlayışından kaynaklanan düzen sorunlarıdır. Her iki sorun da insan sağlığını ilgilendirdiği gibi çözümler de düzene ilişkin tertiplerdir. Duyarlılık arttırılması ile sorunlar çözülmez sadece cezalar artar veya yeni cezalar gelir.
Ulaşım sorununun çözümü: Özellikle şehir içi ulaşımların kamulaştırılarak ve elektrikle çalışan raylı sistemlerle ücretsiz sağlanması ve motorlu taşıt kullanımının özendirilmemesi ve giderek kısıtlanması ile çözülebilir. Bu şekilde egzoz gazlarının zararlı etkilerinden, gürültüden ve hava kirliliğinden, sera gazı etkilerinden de korunmak mümkün olur. Ulaşım ve deprem konusu ayrıca ele alınacak kadar geniş bir konu olup TTB'nin bu konuda nelere karşı olduğu da açık değildir.
TTB BK KARARLARINDAKİ EKSİKLİKLER VE ÖNERİLER
Eleştiride yıllardır devam eden basma kalıp üslûp yerine, işitilmek istenmeyen, tabu kabul edilen konularda görüşler belirtilmiştir. Bazı konuları duymazlıktan, görmezlikten gelmek onları ortadan kaldırmıyor. Eleştirinin hedefi, tamamı okunduğunda açık olarak anlaşılacağı gibi, bir grup olarak hekimler değil, kendi savundukları sağlık sistemini dünya ülkeleri ve halklarına “modern tıp” diye yutturarak sağlık hizmetleri adı altında hastalıkların ve sağlık hizmeti araçlarının pazarlanması, aşırı ve gereksiz ilaç, tıbbi malzeme, ve diğer ürünlerin bu şekilde satışı yolu ile insan sağlığı üzerinden ticaret ve kazanç sağlama arzusunda olan ve bütün dünya ülkelerdeki sağlık sistemini kendi çıkarları doğrultusunda dönüştüren medikal kartel ve onunla birlikte çalışan örgüt ve sömürgeci devletlerdir. Amaç, TTB’nin medikal kartelin savunduğu piyasa merkezli sağlık sistemine karşı gerçekten kararlı ve kökten bir şekilde karşı çıkmasının sağlanmasıdır.
1. TTB’nin büyük kongresi Türkiye’de sağlık alanında büyük yıkımlar ve dönüşüm yaşanırken, sorunları görmezlikten gelme ve bu gidişe karşı radikal ve kararlı bir şekilde karşı çıkmamanın kongresi olmuştur. Bu açıdan büyük bir fırsat kaçırılmıştır. Türk hekimleri ve TTB Sağlıkta Dönüşüm Projesi karşısında halkçı ve insan merkezli bir proje ortaya çıkaramamış ve böyle bir projeyi savunamamıştır.
2. Ulusal ilaç sanayisinin çökertilmesi için SSK ilaç fabrikalarının ve aşı üretme tesislerinin kapatılmasına karşı çıkılmamıştır.
3. Patent anlaşmaları ile ucuz olan jenerik ilaç yerine muadillerinden daha pahalılarının satılmasına imkân veren ilaç patent anlaşmaları konusunda bir muhalefet sergilenmemiştir.
4. Uluslar arası kartelin sağlık piyasasını uluslar arası sermayeye açma planlarının bir sonucu olarak ülkemize gereğinden çok ve kontrolsüz tıbbi cihaz, ilaç, aşı, tıbbi malzeme ve sarf malzemesi girmeye başlamış ve bu şekilde tıp uygulaması ve mantığı tamamen değişmiştir. Doğrudan kartele kazanç sağlama faaliyeti dışında bir anlamı olmayan bu uygulamalar konusunda siyasi partiler, hekimler ve halk uyarılmamıştır.
5. Muhalefet yapılan konularda bile yapılan muhalefetlerin kimin yararına olduğu ve bu şekilde uluslar arası ilaç karteline nasıl kazanç temininde yardımcı olunduğu gözden kaçırılmıştır.
6. Bu durumdan çıkarılacak ders ve sonuçların bundan sonraki siyasetlerin ve mücadelelerin belirlenmesinde rehber veya yardımcı olması durumdan rahatsız olan herkesin arzusudur.
7. TTB’nin halkın sağlık durumunu bozan yoksulluk ve işsizliğin temel sebebi olan özelleştirmelere ve ülke ekonomisinin çökertilmesine daha kararlı karşı çıkması gerekmektedir. Gene halkın sağlığını bozan şehir içi ulaşım ve ısınmada fosil yakıt kullanımı, hava kirliliği gibi konularda projeler geliştirmeli ve tavrını belirlemelidir.
8. Sömürgeci kültürün bir uzantısı olan ABD tarzı beslenmeye karşı çıkmalı ve bir çok Avrupa ülkesi, ABD eyaleti ve Hindistan’da bile yasaklanan kolalı, gazlı içecek ve cips gibi yüksek kalori içeren gıda ürünlerinin satılmaması ve tüketilmemesi için toplumu aydınlatmalı ve eğitmelidir.
9. Üyelerinin hemen hepsi TTB üyesi olan uzmanlık dernekleri ve pratisyen hekim derneği gibi örgütlenmeler TTB tarafından desteklenmemeli ve bu gruplar eğer ayrı bir masa etrafında örgütleneceklerse, zaten mevcut olan TTB bünyesi içinde örgütlenmelidir. Bu şekilde bu derneklerin tıbbi kartel tarafından denetlenmesi de bir nebze kontrol edilebilir.
10. TTB hekimlik sorunları ve sağlıkla ilgili sorunlarda politika geliştirirken hekimler, diğer sağlık çalışanları ve toplumun değişik kesimlerinin görüş ve eleştirilerini almalıdır.
[1]
"NE İSTİYORUZ"--TTB POLİTİKA VE ÖNERİLERİNİN ELEŞTİRİSİ
"NE İSTİYORUZ"--TTB POLİTİKA VE ÖNERİLERİNİN ELEŞTİRİSİ VE BU VESİLE İLE BAZI KAVRAMLARIN AÇIKLANMASI (*) 10. Kasım 2006
Dr. Uğur Yılmaz
Herkes için eşit, ulaşılabilir, nitelikli, ücretsiz sağlık hizmeti temel ilke alınarak sağlıktaki eşitsizliklerin kademeli olarak giderilmesi, tümü ile ortadan kaldırılması ve toplumun sağlık düzeyinin yükseltilmesi hedeflenmelidir.
Türkiye de "sağlık" sorunu bir finansman sorunu mudur, yoksa başka bir sorun mudur. Bu açıdan bakarsak eğitim sorunu da, ulaşım sorunu da, sanayi sorunu da bir finansman sorunudur. Her şey finansman sorunudur. Diğer bir deyişle soruna böyle bakarsak "finans sorununu çözen ülkelerde sağlık hizmetlerinde bir sorun yoktur" da denebilir. ABD sağlık alanında en fazla harcamanın yapıldığı bir ülkede olarak takdim edilmektedir. Fakat ABD dünyanın en pahalı sağlık hizmeti vermesinin yanında en kötü sağlık hizmetinin de verildiği bir ülkedir. Kulağa hoş gelmekle birlikte finansman sorunu ile sağlık hizmeti sorunu çözülememektedir.
Buradan baştaki ifadeye göre TTB'nin mevcut sağlık hizmetlerinde "PARA HARİÇ" bir sorun görmediğini de söyleyebiliriz. TTB, Sağlık hizmeti anlamında ne yapılıyorsa bu doğrudur ve zaten dünyanın diğer ülkelerinde de böyle yapılmaktadır; fakat bizde bu işlere biraz az para ayrılıyor, diye düşünmektedir.
Hükümet GSS ile finansman sorununu çözmeyi amaçladığını söylemiştir. Genel Sağlık Sigortası ile finansman sorunu çözülmüştür. Zaten önceden de çözülmüştü. SSK ve Bağ-Kur'da finansman primlerle diğerlerinde de bütçeden karşılanıyordu. GSS ile sadece yeşil kart'ta finansman bütçeden karşılanacaktır. Kısaca önceden bir finansman sorunu yoktu; şimdi de bir finansman sorunu yoktur. Finansman sorunun çözülmesi sağlık hizmetlerinde sorunu azaltmamış aksine arttırmıştır.
Sağlık hizmeti ve sağlık ekonomisi
Kamucu sağlık sistemi demek, devletin verdiği veya karşılığında kullanan kesimin hiçbir para ödemediği bir sistem demek değildir. Orta yerde standart olarak herkesin üzerinde anlaştığı tıp, hastalık, teşhis, tedavi yöntemi yoktur. Bugün uygulanan tıp anlayışı uluslar arası ilaç, tıbbi malzeme, cihaz ve sarf malzemesi üreten ve tıbbî teknolojiyi elinde bulunduran kartelin belirlediği şekilde yürütülmektedir. Bu kartele tıp mafyası (medikal mafya) da denilmektedir. Bu kartel nelerin hastalık olduğunu, bunların hangi yöntemlerle teşhis, tedavi ve takip edilmesi gerektiğini, tıp fakültelerinde nelerin okutulacağını, hekimlerin ve hastaların neler yapmaları gerektiğini kısaca sağlık ve tıpla ilgili her şeyi belirlemektedir. Burada sağlık hizmeti veriliyor gibi bir yanıltmaca arkasında hem hasta olan hem de hasta olmayan kişilerde, esas olarak kendi ürettikleri ürünlerin devamlı tüketilmesini hedef alan ve hastaları da devamlı bir tüketici (müşteri) haline sokan bir uygulama görüyoruz. Hem hastalıkların tanımı, bir kişide hangi hastalıkların bulunup bulunmadığı ve bu sözüm ona hastalıklarda yapılacak her türlü işlem tamamen keyfi olarak belirlendiği için tıp alanında üzerinde anlaşılacak veya anlaşılmış bir sağlık hizmeti şekli yoktur. Bu sağlık hizmetleri alanında yapılan her şey yukarıda belirtilen merkezlerin kazancını ve tekelini sağlamlaştıracak şekilde yürütülmekte olup, bütün organizasyonlar buna uygun olarak düzenlenmiştir. Sağlık hizmetlerinde yaygın özelleştirme atağı, kamu kuruluşlarının da özel şirketler gibi çalışmaya başlaması, ilaç patent yasaları ile bu kartelin izin verdikleri dışındaki ilaçların satış ve üretiminin yasaklanması, SSK ilaç fabrikası ve devletin aşı üretim tesislerinin kapatılması, yabancı hekimlere Türkiye'de çalışma izninin verilmesi bu yöndeki uygulamaların devamıdır. Bu alanda yapılan son düzenlemeler bu pazarı daha fazla uluslar arası yönetim ve denetime açmaktadır.
Türkiye'de özel ve devlete ait sağlık kuruluşlarında bu uluslar arası sağlık kartelinin belirlediği şekilde sağlık hizmeti verilmesi sonucu sağlık hizmetleri insan sağlığına zarar veren, insanları sakat bırakan, toplumun üretim yeteneğini azaltan bir şekilde çalışmaktadır. Kısaca, artık gerçek anlamda sağlık hizmeti verilmemektedir. Bu düzen halkı ve sağlık çalışanlarını da kendi istediği gibi şekillendirmektedir. Halka dönerek sağlık hizmeti alanında her türlü tetkik ve tedaviyi kişilerin kendi belirlediği şekilde alabileceği propagandası yapılırken, sağlık çalışanlarına da (hekimlere ve yöneticilere) yaptıkları çalışmalar oranında komisyon verme (performans uygulaması) ile "sen cebine girene bak" denilerek her iki kesimden kendilerine gelebilecek eleştirileri azaltmaktadır.
Sağlık hizmeti anlamında bu gereksiz tıbbi teknoloji, malzeme ve ilaç tüketimi en yüksek oranlara ulaşmış olup, hastaların ayaktan takip ve yatış süreleri uzamış, kontroller artmış, hasta tedavi maliyetleri zirve yapmıştır. Bir çok üniversite hastanesinde ayaktan takip süreleri bir aydan az olmadığı gibi, hastalara yapılan tetkik sayıları binleri bin beş yüzleri bulmaktadır. Hastane yönetimleri de hasta tedavi faturalarını şişirmeleri ve hastalar üzerinde mümkün olduğunca daha fazla gereksiz işlemleri yapmaları ve arttırmaları konusunda hekimlere baskı yapmaktadır.
Hastanelerde sağlık hizmeti adı altında yapılan işlemlerin çoğu artık sağlık hizmeti değil, sağlık teknolojisi ve hizmetlerinin pazarlamasıdır. Hastanelerde işlem, tetkik ve muayene kalemlerini arttırmak için menopoz, osteoporoz, meme hastalıkları ve sigarayı bıraktırma poliklinikleri gibi bölümler açılmaktadır. Menopoz ve osteoporoz yaşlanmayla oluşan ve tedavi edilmemesi gereken fizyolojik bir durumdur. Menopoz için dışarıdan hormon tedavisi verilen kişilerde meme kanseri gelişme riskinin arttığı bilindiği gibi, ileri yaşlarda kazalarda kemik kırılma oranını azaltmak için yapılan kemik erimesi tedavilerinin de gereksizliği yanında etkisizliği de kanıtlanmıştır. Her kadın hastada meme kanser korkusu temelinde devamlı kanser takip, arama ve tarama programı uygulanmakta, kanser olasılığını arttıran meme filimleri çekilmektedir. Buna son zamanlarda barsak kanseri için kolonoskopi takipleri eklenmektedir. Sıraya başkaları da girecektir. Aynı şeyleri kolesterol tedavisi ve takipleri için de söyleyebiliriz. Normalde oranı % 5-10 arasında değişebilecek sezeryan ameliyatları hastanede yapılan doğumlarda % 90'ı bulmaktadır. Bu oranın fazla olduğu söylenen ABD'de bile oran % 50 civarındadır. Sezeryanla fizyolojik bir olay olan doğum da hastalık gibi ele alınmaya başlamıştır. Örnekler çoğaltılabilir.
Sistem kişileri hastaneye bağlamak ve devamlı müşteri yapmak için bir çok hastalık uydurmaktadır. Bu sistemde diğer taraftan da halk da tıbbi müşteri olarak eğitilmiştir. Yukarıdaki uyduruk hastalıklar ve programlar için koşullandırılan halk kitleleri herhangi mevcut bir sağlık sorunu için değil, yukarıdaki kalemleri yaptırtmak için ve kendi isteği ile sağlık kuruluşlarına gelmektedir. Halkın müşteri olması demek, sağlık hizmeti adı altında satılan hizmetleri vatandaşın da artık kendisinin talep etmesi demektir.
Bu uzun sayılacak açıklamayı yapmamın sebebi sağlık hizmetinden günümüzde ne anlaşıldığını ve bu alana yatırılan paraların nerelere gittiğinin göstermektir. Bu şekilde şişirilmiş hizmet kalemleri ile kişiler ve toplum daha sağlıklı olmadığı gibi, sağlık alanında gereksiz harcamalar artmaktadır.
TTB'nin yıllardır değişmeyen siyaseti " Herkes için eşit, ulaşılabilir, nitelikli, ücretsiz sağlık hizmeti temel ilke alınarak sağlıktaki eşitsizliklerin kademeli olarak giderilmesi ve toplumun sağlık düzeyinin yükseltilmesi" olarak tanımlamaktadır. Bunun sağlanması da tek parametreye bağlanmaktadır O da "sağlığa bütçeden daha fazla para ayrılmasıdır." Bu ifadelerin hepsi kulağa hoş gelmekle birlikte, soyut olarak kalmakta ve içi doldurulmamaktadır. Diğer çözüm önerileri de dilek ve temenniden öteye geçememektedir. Çünkü önerilerin hiçbiri sağlık sistemi (düzeni) ile ilişkili değildir. TTB iki farklı sağlık sistemi bulunabileceğini kavramamakta ve mevcut sistemin bütün dünyada olduğu gibi bizde de uygun ve gerekli tek sistem olduğunu düşünmektedir. Bu takdirde eleştiriler ayrıntılar üzerinde olmaktadır.
Eşitlik meselesi: Sağlık hizmeti devamlı verilmesi gereken veya herkesin devamlı alması gereken bir hizmet değildir. Bu nedenle sağlık hizmeti herkese değil, ihtiyacı olana (yani hasta olana) verilmelidir. Toplumu bir bütün olarak hasta kabul eden veya hasta olmasa da arabaların bakımı gibi insanların da devamlı olarak hastanelere gidip gelmeleri ve kendilerine devamlı ilaç ve tıp teknolojisi uygulanması olarak özetleyebileceğimiz sağlık düzeni, pazar ve piyasa merkezli kapitalist sağlık düzeninin anlayışını yansıtmaktadır. Eşitlik ile sigortalılık kastediliyorsa, kişiler ödedikleri kadar sağlık hizmeti alsın diyemezsiniz. Diğer taraftan eşitlikten ülkenin değişik bölgeleri veya köy ve şehirlerdeki farklılıklar kastediliyorsa, kapitalist sistemde yatırımın pazar payı ve geliri fazla olan yerlere olacağını gözden uzak tutmamak gerekir. Şu anda sanayii ve ticaretin yoğunlaştığı yerler piyasa tıbbının da yoğunlaştığı yerler olacaktır. Eğer hekimler de daha fazla para ve komisyon kazanacaklarsa, çalıştıkları yerler müşterinin bol olduğu ve kazancın fazla olduğu merkezler olmalıdır. Performans (komisyon) ücretinin az olduğu köy ve kasaba sağlık ocaklarına ve hastanelerine bu nedenle talep fazla olmamaktadır. Bu anlamda eşitsizlik de düzenin beklenen doğal bir sorunudur.
Ulaşılabilir olma meselesi: Herkesin ayağına veya mahallesine her türlü sağlık hizmeti veya teknolojisi kurulamaz ve gerekli değildir. Ulaşım meselesi taşıma ile de sağlanır. Daha az ve özellikli olan hizmetlerin belli merkezlerde verilmesi uygun olur. Ayrıca rekabetçi kapitalist sistem uyguladığı bazı yöntemlerle hastanın ayağına gitmek yerine, hastayı istediği yere getirtmektedir. Bu gün bir çok il ve kasabada yani hastanın ayağında, bazı girişimleri yapabilecek imkân, cerrah ve hekim bulunmasına rağmen hastalar daha başka merkezlere ve hatta yurt dışına gitmeye çalışmakta, devlet ve sigorta imkânlarını bu amaçla zorlamaktadırlar.
Ulaşımdan kasıt sigortalı olmak ve bu imkânlardan yararlanmak olarak görülüyorsa, bu da bir sistem sorunudur. Bu anlamda bütün halk sigortalı yapıldığı için bu sorun çözülmüş gibi görünmektedir. Fakat, Genel Sağlık Sigortası sadece teminat paketinde olan hizmetlerin verilmesini hedeflemektedir. Bu da ayrıca giderek artacak olan katkı payları, sigorta primlerinin arttırılmasını ve özel sigorta yaptırtmayı da gerektirmektedir. Mevcut sigorta sisteminin görevi, giderek artan ve büyüyen cirosu ile tıp karteline tıbbi cihaz, malzeme ve ilaç kullanarak yapılan harcamalar için kaynak oluşturmak ve yaratmaktır. Yoksa kişiler zengin bile olsa yukarıda belirtildiği türden bir sağlık hizmetini kendi keselerinden para ödeyerek almaya isteksizdirler. En azından toplumun büyük kesimine bunları yaptırtamazsınız. Fakat mevcut sistem sayesinde dağda çobanlık yapan kadına bile hiç anlamadığı menopoz tedavisi ve kemik erimesi tedavisi kullandırılabilmektedir. Bu amaçla sağlık teknoloji ve imkânlarının kullanılmasına da "modern sağlık sistemi" denilmektedir. Mevcut sistem sigortacılık sistemi ile de bir bütün oluşturmaktadır. Bu nedenle mevcut sisteme karşı olunduğu zaman getirilen bu sağlık sigortacılığı sistemine de karşı olmak gerekmektedir. Bu ABD ve AB ülkelerinde görülen bir sigortacılık anlayışıdır. Zaten öyle olsaydı DTÖ, İMF Dünya Bankası gibi küresel emperyalizmin icra organları ve AB tarafından bu uygulamalar savunulmaz ve dayatılmazdır. Sosyal Güvenlik Yasası zamanında çıkarılmadığı için İMF'nin kredi bile vermediği unutulmamalıdır. Bu kuruluşların her alanda tekelci ve kapitalist bir hedefi varken, sağlık alanında kamusal bir sağlık hizmeti amaçlamaları düşünülemez ve kendi var oluş nedenleri ile çelişmektedir. Fakat bu önemli ayrıntının kitlelerce anlaşılabilmesi ve kavranması güçtür. Bu açıdan sağlığa daha fazla para ayrılması demek yurt dışına transfer edilecek kaynakların biraz daha artması demektir. Ne kadar arttırırsanız arttırın, bu sistemi doyuracak bir seviyeye ulaşılamaz. Bu işler için ayrılan bütün kaynaklar kısa sürede tüketilmek ve bitmek durumundadır. Nitekim sosyal güvenlik için ayrılan paralar hemen tükenmektedir.
Bu konuda kişilerden sigorta primleri toplamaya dayanan bir sigortacılık anlayışı yerine, TTB'nin önerdiği gibi, sağlık hizmetlerinin doğrudan devlet bütçesinden karşılanması daha doğru ve uygun olur. Fakat bunun için piyasa temelli tıp kartelinin belirlediği sağlık sistemine karşı çıkmak gerekmektedir
Ulaşılabilir olmasından herhangi bir sağlık merkezine veya hastaneye kolayca başvurabilmeyi kastediyorsanız, GSS ile getirilen sistem bunun tam tersidir. Çünkü aile hekimine gitmeden ve onun sevk onayını almadan hastaneye gidemezsiniz. Bunun için aile hekimini de ikna etmeniz gerekir. Üstelik o sizi istediğiniz yere göndermeyebilir. Bu sefer hastaları istediği yere sevk etmeyen aile hekimlerine komisyon verme dönemi başlayacaktır. Ayrıca TTB gibi basamaklı bir sağlık sistemini savunuyorsanız bu da hastaların ancak basamaklardan geçtikten sonra hastaneye ulaşabilmelerine imkân verecektir. Bazı durumlarda hastaların doğrudan başvurusu önemli ve zorunludur.
Nitelik meselesi: Sağlık hizmetinin niteliği kullanılan cihaz, malzeme, personel ve benzeri unsurlarla arttırılamaz. Çok iyi malzeme ile kötü bir yemek yapılabilir. Çok iyi inşaat malzemeleri ile zayıf ve dayanıksız bir bina inşa edilebilir. Sağlık hizmetinde nitelik sonuçla ölçülür. Dar anlamı ile "nitelik", kullanıcının tanımına göre değişir.
SDP'de (Sağlıkta Dönüşüm Projesi) uluslar arası kaliteli tıbbi malzeme kullanılmasının sağlık hizmetinde niteliği arttıracağı iddia edilmektedir. Bir çok hasta da bir ameliyat veya tedavide kendisine ithal veya yabancı , pahalı bir ürün ve ilaç kullanılmasını mükemmel bir sağlık hizmeti almakla eşdeğer görmektedir. Halbuki hasta açısından amaç hastalığı veya sorunundan kurtulmak ve bu süreçte zarar görmemek olmalıdır. Tıbbi ve cerrahi hizmetlerde kullanılan malzeme ve cihazlar hizmetin kalitesini arttırmaz. Önemli olan cihazların uygun yerde ve şekilde kullanılmasıdır. Özellikle cihaz ve malzeme kullanmak için gerekçe yaratılmamalıdır. Niteliğin diğer bir unsuru da hizmeti verenlerdir. Bugün hekimler uluslar arası sağlık kartelinin belirlediği şekilde bir sağlık anlayışına göre eğitilmekte ve gene bu anlayışa göre sağlık hizmeti vermektedirler. Kısaca kendilerine gelen her hastada vücutlarında olabilecek bütün hastalıkları, kanserleri, viral hastalıkları belirli dönemlerle devamlı araştırmakta, hastalardan olabildiğince fazla sayıca ve devamlı tetkik ve tahlil istemekte, herkesi hasta kabul etmekte, fizyolojik durumları veya sistemin hastalık olarak tanımladığı gerçekte hastalık olmayan durumları tedavi etmekte(!), bu gibi durumlar için ameliyatlar yapmakta, hastaları hastaneye bağlamakta ve her türlü gereksiz işlem, tedavi ve girişim kalemlerini abartmaktadır. Bütün bunlarda bir yanlışlık görmemektedir.
Bugünün tıp anlayışı = gereksiz, devamlı ve abartılı ilaç kullandırma+ gereksiz, devamlı ve abartılı tıbbi malzeme, cihaz ve teknoloji kullanma+hastalık olmadan ve hatta tamamen sağlıklı kişileri bile bir hastalık uydurarak tedavi etmek ve bu işler için hastalık ve tedaviler uydurmaktır.
Hekimler kendi başlarına ve bağımsız iradeleri ile çalışmamaktadırlar. Hekimler sağlık hizmeti yerine sağlık teknolojisi veya imkanını kullanan kişilere dönüştürülmüştür. Yani alışveriş merkezlerindeki satış elemanlarına...Bu alışveriş merkezleri hekimlerin kendisine ait olmadığı için, burada satılan ürün veya burada sözüm ona sağlık hizmeti hekimler sorumlu değildir. Bu nedenle verilen hizmete sağlık hizmeti diyemeyiz.
İyi hekimlik veya bir hekim işini ne kadar iyi yapabilir? Diğer taraftan hekimlik ve cerrahlık bir bilim ve sanatsa, bu sanatı yapanların tamamen çok iyi bir seviyede çalıştığını, işlerinde usta olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü herhangi bir alanda işini mükemmel yapabilen çok az insan vardır. Kitap yazan herkes iyi yazar değildir. Her cirit atan cirit atmada dünya rekortmeni değildir. Hekimlik her iş gibi bir kapasite meselesidir. Dolayısı ile hekim ancak kapasitesi ve yeteneği oranında hekimlik yapabilir. Para ile veya başka yöntemlerle ona yapamayacağı veya beceremeyeceği bir işi yaptırtmak mümkün olmaz. Sağlam bir kişilik, yeterli bir zeka ve kavrayış yeteneği yanında, olayları ve bulguları iyi değerlendirme, hasta ve hastalığa objektif yaklaşma, her hastayı ayrı ayrı değerlendirme, tehlike ve kazançları iyi hesaplama ve hasta için en uygun tedaviyi vermek ve en iyi sonucu elde etmek iyi hekimliğin ölçüleridir. Bu özellikleri en mükemmel olan kişilerin bile, hastadan ve kendilerinden kaynaklanan nedenlerle (yorgunluk, kişisel sorunlar, hastalık, hastadan hoşlanmama, acele etme gibi) her zaman ve hatasız çalışmaları beklenemez. Mevcut sistemde en iyi yetiştirilmiş hekimin bile iyi hekimlik yapması mümkün değildir. Fakat bu gereksiz bir işlemi, girişimi, ve ameliyatı kötü yapması anlamında değildir. Tek bir örnekle açıklarsak, normal doğum yapabilecek bir kadına çok iyi sezeryan yapılması, her hastayı koroner kalp hastası kabul ederek çok iyi koroner anjio yapılması iyi hekimlik demek değildir.
Ücretsizlik meselesi: Bir hizmet için kişinin cebinden harcama yapmaması ve bunu bir başkasının veya sosyal güvenlik kurumunun ödemesi, bu iş veya hizmetin ücretsiz ve beleş olması anlamına gelmez. Maalesef Türkiye'de beleş işler kamusal hizmet olarak algılanmaktadır. Sağlık hizmeti günümüzde hatır için, insanlığa hizmet için veya acıma hisleri ile yapılan bir hizmet değildir. Bu hizmetlerin önemli bir maliyeti vardır ve yukarıda anlatılan nedenlerle bu maliyeti keyfi olarak istenildiği kadar arttırmak mümkündür. Zaten hizmet verenler bu maliyeti en yüksek seviyede tutmaya çalışmaktadırlar. Bunlar, uluslar arası tıbbi kartelin belirlediği şekilde hizmetleri vermekte olup bu işten toplanan paralar gene onlara akmaktadır. Çünkü sağlık hizmeti anlamında giderlerin önemli bir kısmı ilaç, tıbbi cihaz. malzeme ve sarf malzemesi pazarına gitmektedir. Bütün bu kalemlerde satışlar, kapitalizmin genel yasası uyarınca iş gördürdükleri kişilere de gerekli komisyonlarını vermek şartıyla sağlanır. Bu konuda dil, din, cins gibi ayrımlar yoktur.
TTB temel ilke olarak ulusal sağlık politikasından bahsetmekte, ülkemizde yaratılan kaynakların geliştirilmesi ve dışarıdan kaynak aktaran baskılara karşı korunmayı temel ilke edinmekte olduğunu söylemektedir. Bu cümleye genelde katılmamak mümkün değildir. Ulusal sağlık politikasından bahsedebilmek için kartelin belirlediği sağlık politikasına karşı çıkmanız gerekmektedir.
Kaynakların geliştirilmesi: sağlık alanında kaynak her ülkede olduğu gibi bizde de vardır. Önce sağlık sistemi (düzeni) alanında tercihimizi belirlemeliyiz. Bu insan kaynaklı ve kamucu bir sağlık sistemi olmalıdır. Eğitim, ilaç, tıbbi cihaz ve sarf malzemesi alanında bütün üretim ve kulanım bu merkezde örgütlenmeli ve yeniden düzenlenmelidir. Özellikle gereksiz endikasyon ve hastalık yaratılarak kullandırılan ve geniş bir pazar yaratılan ilaç sektörü elden geçirilerek kullanılan ilaç ve tedavilere bir sınırlandırma getirilmelidir. Aynı işlemler, tıbbi cihaz, malzeme ve sarf malzemeleleri için de yapılmalıdır. Modern tıp literatürü ve kitaplarının belirlenen amaca hizmet etmek için yazıldığı göz önünde tutularak tıp eğitimi ve öğretimi gözden geçirilmeli, "batıya körü körüne tapınma" bırakılmalıdır. Bize bilimsel ve değişmez ve tartışılmaz doğrular gibi gösterilen "tıbbi bilgilerin" körü körüne kabul edilmesi ve papağan gibi tekrar edilmesinden vazgeçilmelidir. Batının tartışılmaz bir din gibi dayattığı tıp anlayışı terk edilmelidir. Çünkü bilimde değişmez ve dogmatik olarak uygulanan ilkeler söz konusu değildir. Şu anda mevcut fakültelerden mezun olan hekimler hastanın sorunları ile ilgileneceğine, her gördüğü kişinin kolesterolünü, kemik yoğunluğunu merak etmekte, hastaya meme filmi çektirip kalp hastası olup olmadığını araştırtmakta ve artık şablonlaşmış bu ve benzeri işlerle uğraşmaktadırlar. Böyle bir tıp bilgisi okuma yazması olan bir kişiye bir günde verilebilir. Zaten toplum da bu konularda aynen hekimler gibi eğitilmişlerdir. Kendilerine gelen hastalar da bu kadarını bilmektedir. Neticede bunları yapacak ve ilaç firmaları elinde oyuncak olacak bir kişiyi yetiştirmek için altı yedi yıl oldukça uzun bir süredir. Ülkemizde kaynaklar ancak bu gerçekler bilinerek geliştirilebilir.
Eşitsizlikleri gidererek sağlık seviyesinin yükseltilmesi meselesi: TTB'nin savunduğu gibi, "eşitsizliklerin giderilerek toplumun sağlık seviyesinin yükseltilmesi" mümkün değildir. Mesele, bir eşitsizlik meselesi değildir. Burada eşitsizlik kelimesi ile sanki toplumun bazı kesimleri iyi bir sağlık hizmeti alıyor, diğerleri alamıyor gibi bir durum kast edilmektedir. Eğer bir düzen veya sistemden bahsediyorsak sistem herkese aynı şekilde davranır. Mesela, ulaşım sistemi dediğimizde bu sistem toplumun farklı kesimleri için farklı işlemez. Fakat, bir şehirde bile her istikamette giden taşıtları aynı yoğunlukta bulmak zordur. Ayrıca sağlık hizmeti standart bir paket olmadığı için herkese aynı şekilde uygulanması, dağıtılması mümkün de değildir. Modern piyasa merkezli sağlık düzeninde herkese paket halinde zaten bir çok tıbbi işlem ve tedaviler yapılmaktadır. Bunlar yapılırken kişinin zengin mi yoksul mu olduğuna bakılmamaktadır. Yeter ki bunları ödeyecek bir sigortası bulunsun. Doğru olan bunların yapılması değil, yapılmamasıdır.
Kamucu sağlık sistemi soyut eşitlik kavramı yerine, olur olmaz tıbbi teknoloji kullanmaya karşı çıkmalı, hasta ve toplumda tedavi edilebilir ve önemli sorun yaratan gerçek hastalıklara odaklanmalıdır. Bu şekilde sağlık hizmeti, düzenli hastaneye giden ve hastanelere abone olan ve burada kendilerine standart uygulamalar yapılan kişiler yaratmayı değil sağlıklı bir toplum ve bireyi hedefler. Ayrıca verilebilecek hizmetlerin maliyetinin olabildiği kadar arttırılması yerine, gereksiz hizmet ve girişimlerin önlenmesini, verilen hizmet, tedavi ve girişimlerde en iyi sonucun en düşük maliyet ile başarmayı hedefler.
"Toplumun sağlık seviyesinin yükseltilmesinden" bahsettiğimizde, bunun sadece sağlık hizmeti ile sağlanamayabileceğini bilmek durumundayız. Bir çok unsur toplumun sağlık seviyesini etkilemektedir. Bu ifadeden toplumun sağlık durumu ve seviyesi sadece verilen hizmete bağlı imiş gibi gösterilmektedir. Bu ifade tıp kartelinin modern sağlık sistemi anlayışına yaklaşmaktadır. Çünkü bu anlayışa göre toplum veya bütün bireyler hastadır; sağlıklı görünseler bile muhakkak gizli bir hastalıkları vardır. Veya her ikisi yoksa da günün birinde bu hastalıklar ortaya çıkabilir. Bu nedenle bütün toplum devamlı izlenmeli, sık sık muayene ve kontrollerden geçirilmeli, ortaya çıkabilecek hastalıkları önlemek için toplum devamlı ilaç kullanmalı veya kendilerine tıbbi teknoloji uygulanmalıdır. Sağlıklı bir kişi olmak ancak böyle sağlanabilir denmektedir. Bu da topluma "al işte bu sağlıktır" diye sunulmaktadır.
Günümüzde toplumun sağlık seviyesini bozan başlıca etmenler şunlardır:
1. Ulaşımın fosil yakıt kullanan motorlu araçlarla yapılması: Bu şekilde havaya başta azot oksit ve karbon monoksit olmak üzere çok fazla sayıda tahriş edici ve zararlı gazlar yayılmaktadır. Bunlar kanın oksijen taşıma yeteneğini bozduğu gibi, kansere ve kronik bronşit astım gibi hastalıklara neden olmaktadır. Egzos gazları kanserin en başta ve önde gelen nedenlerinden birisidir.
2. Aynen sağlık hizmeti gibi ulaşımın kamusal bir anlayışla yapılmadığı için, bireysel çözüm ve araba kullanma arzu ve çılgınlığı pompalanmaktadır. Bu şekilde hatalı ulaşım siyasetine bağlı en önde gelen sağlık sorunu çok fazla trafik kazası ve bu kazalara bağlı ölüm, sakatlık ve malûliyetlerdir. Trafik kazaları gripten, kuş gribinden ve kanserden de önemli ve önde gelen bir sağlık sorunudur. Ayrıca bu tip kazalar ulaşım ve taşımacılık düzeninin değiştirilmesi ile tamamen önlenebilir.
3. Otomobil egzoz gazları ve ısıtmada kömür ve mazot gibi maddelerin kullanılması ile küresel ısınma ve iklim değişikliklerine zemin yaratılmaktadır. Bu anlayış küresel olarak dünyayı tehdit etmektedir.
Ulaşım ve ısıtmanın elektrikle çalışan raylı sistemlerle ve ücretsiz olması hedeflenmelidir.
4. İnsanlara en fazla radyoaktiviteye hastanelerde maruz kalmaktadır. Gereksiz yere ve sırf para kazanma amacı ile çektirilen tomografiler, sintigrafiler ve diğer radyolojik tetkiklerle toplum aşırı oranda radyoaktif madde bombardımanına tutulmaktadır. Havaalanları ve alışveriş merkezlerinin girişlerinde kurulan röntgen cihazları ile burada çalışanlar ve kapılardan geçenler düzenli radyasyon almaktadır.
5. Düşük dozda radyasyonun daha fazla kanser yapıcı özelliğe sahip olduğu kanıtlanmıştır. Toplum kütlesel olarak çok sık meme filmi taramasından geçirilerek kadınların meme kanserine yakalanma olasılıkları arttırılmaktadır. Topluma bizzat hastanelerde bu derece zarar verilirken ülkemizde bulunmayan ve çevresine radyoaktif ışın yaymayan nükleer santrallerden nedense en önemli tehdit olarak bahsedilmektedir.
6. Gereksiz ve firmaların promosyonları ile kullandırılan ilaç, tedavi ve aşılara bağlı olarak önemli oranda iatrojenik yaralanma, sakatlanma ve ölümler meydana gelmektedir.
7. Batı ve Amerikan tarzı beslenme dediğimiz kola ve yüksek kalorili abur cuburlarla beslenme tarzının değiştirilmesi şişmanlık ve buna bağlı kitlesel sağlık sorunları oluşturmaktadır.
8. Devlet üzerine "sağlığa zararlıdır" ibaresi bulunan bir maddeyi (sigara) sattırmaktadır. Üzerinde böyle bir ibare olmayan kim bilir daha ne kadar ürün satılmakta ve kullanılmaktadır.
9. Gereksiz ameliyat ve girişimler toplum sağlığını bozacak derecede önemli bir sağlık sorunu oluşturmaktadır. Fakat bu kimsenin umurunda değildir.
Örnekler arttırılabilir.
Arabanın yağını,suyunu veya gerekli parçalarını değiştirmek suretiyle verimini arttırmak gibi bir anlayışla devamlı tıbbi imkanları kullanmak bizi yukarıda belirtilen durumlardan korumaz ve bizi daha sağlıklı yapmaz. İnsanların bir araba veya asansör olmadığını unutmamak gerekir.
TTB, Sağlık hizmetlerinde devamlı olarak finansmana odaklanmakta olup, hizmet ve finansman sağlayan kuruluşların tek elde toplanması üzerinde durmaktadır.
Hizmet ve finansmanın tek elden toplanması sanki kamucu bir sağlık hizmeti ve finansmanı gibi algılanmaktadır. Halbuki daha önce ve hatta şimdi bile hizmet ve finansman tek elde toplanmıştır diyebiliriz. Finansman olarak SSK, Emekli Sandığı, Bağ Kur ve Yeşil Kart zaten devletin kontrolünde idi. Bunun isminin değiştirilmesi nitelik olarak bir şeyi değiştirmemiştir. GSS ile bunlar tek örgütte toplanmış oluyor. Bu nedenle bu açıdan GSS çıkarılması TTB'ye göre iyi bir uygulama gibi görünmektedir. Diğer taraftan sağlık hizmetleri hâlâ ağrılıklı olarak devlet kurumlarında (devlet ve üniversite) verilmektedir. Buralarda verilen hizmet şekli ve anlayışı ile özel hastanelerde verilen hizmet anlayışı arasında bir fark yoktur. Yukarıda belirttiğimiz gibi, GSS ile bütün halktan pirim toplanmasının ve halkın sigortalı yapılmasının amacı, "artan ve daha da artacak olan sağlık hizmetleri için sağlam ve devamlı bir mali kaynak yaratmaktır." GSS'nın modern tıp düzeni ile bu maddi ilişkisini gördükten sonra insanların sağlığı açısından böyle bir sigorta sisteminin olmamasının dahi insanların kesinlikle menfaatine olacağı ortaya çıkar. Hiç olmazsa insanlar kendilerine bir yararı olmayan üstelik sağlık sorunlarına yol açan böyle bir sağlık hizmetini almaktan kurtulmuş olurlar. GSS bu düzende kamusal bir sigortacılık sistemi değildir. TTB, politika geliştirirken sanki üzerinde herkesin hemfikir olduğu ve herkesçe doğru kabul edilen bir sağlık sistemi varmış gibi düşünmektedir. Sağlık sistemi kendilerinin de belirttiği gibi, ekonomik düzenle belirlenmektedir. Türkiye gibi sömürge bir ülkede kamucu ve insan merkezli bir sağlık sistemi olamaz; bazı ufak tefek düzenlemelerle bu sağlanamaz.
Diğer taraftan sağlık hizmetlerinde moda deyim olan "performans"ın arttırılmasından (yapılan işler) bahsedilmektedir. Şu andaki sistemde performans zaten arttırılabildiği kadar arttırılmış ve arttırılması için önündeki bütün engeller kaldırılmıştır. Bunun için sadece SSK Sağlık Bakanlığı devir protokolüne bakmamız yeter. Bu protokol ile devlet hastanelerinde tedavi gören SSK'lı hastaların faturaları eklerinde yapılan işlerle ilgili hiçbir belgenin bulunmayacağı ve istenemeyeceği protokole bağlanmıştır. Bunun anlamı açık olmakla birlikte anlayamayanlara bir kere daha açıklayalım: "Sen işlemleri istediğin kadar arttır, hatta arttırma bunun sadece faturalarda göster ben sana bunun bedelini sormadan ödeyeceğim." denmektedir. Bunun yorumunu size bırakıyorum. İşin ilginç yönü, bu konu üzerinde hiçbir kişi, kurum, parti ve örgütün durmamasıdır. TTB dahil bunları görmek istemeyen herkes sistemle uzlaşmış demektir.
Sağlık hizmetlerinde yapılan işler anlamında performans -muayene, tetkik, tahlil, yatış, kontrol, konsültasyon, girişim, ilaç ve tıbbi malzeme ve tıbbi teknoloji kullanılması gibi- kalemlerde artış demektir ki, bu kalemlerde artış değil azalma iyi bir sağlık göstergesidir. Eğer siz sağlık hizmeti yerine bir ürün satıyorsanız, meselâ, otomobil, gün ısı, televizyon gibi, bunun satışını veya üretimini arttırmanız bir performans artışıdır. Veya bir otel veya lokantada olduğu gibi müşteri sayısını arttırıyorsanız bu iyi bir performanstır. Fakat, sağlık hizmetlerinde verimlilik (output) sanayideki ürün artışı gibi kullanılamaz. Öyle olsaydı hastanelerin sudan gerekçelerle kontrol, tahlil ve girişimler için hastaları sık sık çağırmaları, ellerinde tutmaları, gereksiz yere ve uzun süre yatırmaları, her hastadan 5-10 konsültasyon istemeleri, hiçbir enfeksiyon bulgusu ve işareti olmayan kişilerden bütün enfeksiyon nedenlerinin araştırılması gibi bugün zaten yaptıkları uygulamaları iyi bir performans kriteri gibi görmek mümkün olurdu. Halbuki bunların sağlık ve sağlık hizmeti ile hiçbir ilişkisi olmadığı gibi, insanların ve toplumun sağlığını bozmaktadır. Ama siz sistemi işleten ve buradan kazanç sağlayan bir patron gibi bakıyorsanız, o zaman çıktıyı veya performansı bu şekilde işlem veya para getiren kalemleri arttırmak olarak görebilirsiniz. Zaten hastaneler (kamu, özel ve üniversite) de performansa bu açıdan yaklaşmaktadır.
Yazıda zaman zaman çalışma koşullarının düzeltilmesi, hekimlere verilen ücretlerin arttırılması, hastane dağılımı, ne kadar hastane- sağlık ocağı gerektiği ve hekim dağılımı gibi konularda öneriler getirmektedir. Bütün bunlar sistem sorunundan ayrı düşünüldüğünde anlamsızdır. Şu andaki düzende, eğer bir kazanç umudu varsa en ücra yerlere bile bu hizmeti götürmekten kaçınmayacaklardır. Çünkü sağlık ocakları ve en ücra hastanelere bile otoanalizörler, elisa cihazları, sintigrafi ve tomografi, MR cihazları alınmakta ve yerleştirilmekte, ertesi günden itibaren de bu cihazlar baş vuran her hastada kullanılmaya başlanmaktadır. Eğer çalışma koşullarının geliştirilmesinden bu anlaşılıyorsa, bu hükümetin bunları zaten fazlasıyla yaptığını söyleyebiliriz. Hatta bunları yapmak programlarının bir parçasıdır.
Mevcut hekim sayısı yeterlidir. Sorun hekimlerin bölgesel dağılımındaki eşitsizlik olarak yaşanmaktadır. Hekimlerin ülke düzeyinde dağılımındaki dengesizlikleri azaltacak, çalışma ortamlarını da gözeten özendirici bir istihdam politikası izlenmelidir.
Türkiye'nin sağlık sorunu bir personel azlığı çokluğu meselesi değildir. Çünkü mevcut hekim sayısı, yeterli olmanın ötesinde fazladır bile... Sağlık düzeninde, hatalı performans ve kâr etme dürtü ve yarışından kaynaklanan bir şişkinlik ve enflasyon vardır. Herkesi hasta kabul eden bir sağlık anlayışı ile soruna bakıldığı zaman, bu sefer hekim ve sağlık personeli topluma göre az gibi görünmektedir. Ve öyle de olacaktır. Sistem nerede ise her kişinin başına bir hekim dikmeyi ve onun üzerinde devamlı tıbbi teknoloji uygulamayı hedeflemektedir. Mevcut sistemde hastalar mümkünse devamlı hastanede tutulmaya çalışılırken, aşırı ve gereksiz bir tıbbi teknoloji uygulanması ve girişim söz konusudur. Hastaneler, bu gün ağırlıklı olarak hastalar ve sağlık sorunları ile ilgilenmemektedir. Medikal kartel tarafından yaptırılan sağlık teknolojisi satışı durdurulduğu zaman hem mevcut hastanelerin hem de sağlık çalışanının yeterli ve hatta fazla olduğu ortaya çıkacaktır.
Teşhis ve tedavilerde zamanın da bir girdi unsuru olduğu göz önünde tutulur ve hastaların gerçekten iyileşmeleri hedef alınırsa, hastane doluluk oranlarının çok fazla oranda azalacağı açıktır. Eğer siz gereksiz yatışları teşvik eder ve bedelini öderseniz hiçbir hastane hastaları daha az yatırmak istemez. En azından hasta yatağını satar. Bu tür teşviklere son verilmelidir. (Hatta mevcut sistem devam edecekse bile ayaktan takip ve yatışlara ve buralarda yapılan işlere bir kısıtlama getirilmelidir.)
ABD tarzı sağlık düzeni terk edilerek her şey yeniden düzenlenmelidir. Bu takdirde yeni hastane açılması bir yana mevcutlarının bile kapatılması gerekebilir. Kamucu bir sistemde gereksiz ve hastalara zarar veren tıbbi uygulamalar ödüllendirilmemeli aksine cezalandırılmalıdır.
Hekimlik ahlakında bozulmalar: Hekimlikte gördüğümüz kirlenme ve bozukluklar bir ahlak sorunu değil, bir düzen (sistem) sorunudur. Sistem hekimleri kendi istediği gibi çalıştırmaktadır. Bu nedenle bu yazıda başından sonuna kadar hiçbir uygulamadan kişi ve meslek grubu olarak hekimler hedef alınmamış ve eleştirilmemiştir. Sistemin hatasının faturası hekimlere kesilemez. Bu sistemde her hekim şu anda olduğu gibi çalışmak zorundadır. Sistem bu nedenle artacak tıbbi uygulamalarda kendi sorumluluğunu maskelemek içi malpraktis (kötü tıp uygulaması) yasasını çıkarmış ve faturayı hekime kesmeyi hedeflemiştir.
Tıbbi Teknoloji-İlaç
Yurtdışından ithal edilen, ileri teknolojik aygıtlarla ilgili olarak ciddi bilimsel bir planlama yapılmalı, ülkemizin gereksiz bir teknoloji çöplüğüne dönüşmesi önlenmelidir. Kamu tarafından bir teknoloji ve ilaç sanayi kurulması değerlendirilmelidir. Ulusal aşı üretim merkezi hedeflenmeli ve öncelik tanınmalıdır.
Ülkemiz zaten bir gereksiz teknoloji çöplüğüne dönüşmüştür. Tıbbi kartelin sağlık hizmeti anlayışı devam edecekse bunu engellemek mümkün değildir. Kamucu bir sağlık düzeni için sorun uluslararası tekellerin ürettiği tıbbi cihaz, malzeme ve sarf malzemesi için yaratılan bu pazardan kurtulma sorunudur. Bunun için yapılması gerekenler:
1. Tıbbi cihaz ve malzeme ithalinin tamamen devletin kontrolüne verilmesi; her isteyenin istediği cihaz ve malzemeyi ithal edememesi gerekir.
2. Bu malzemelerin yerli üretimi teşvik edilmeli. Mümkünse ilaçlar ve bu tür tıbbi cihaz , malzeme ve sarf malzemesi devlet kontrolünde üretilmelidir. Ayrıca kullanılan ilaç, tıbbi cihaz malzeme ve sarf malzemeleri gözden geçirilerek, tedavi anlamında anlamı ve yararı olmayan sadece ticari amaçla kullandırılan bu tür ilaç, cihaz ve malzemelere sınırlandırma getirilmelidir.
3. Bu teknolojilerin gereksiz kullanılması ile hastalar zarar görmektedir. Tomografilerle , sintigrafilerde 300-400 akciğer filmi kadar radyasyon verilebilirken, tarama amacı ile yapılan mamografilerle kişilerin kansere yakalanma olasılığı arttırılmaktadır. Hastaneler gelen her hastadan tomografi, MR'lar ve diğer tetkikleri istemektedir. Toplumun tekrar tekrar tomografi taramasından geçirilmesi önlenmelidir. Mevcut tomografi merkezleri azaltılmalı, hastanelerde özel şirketlerin bu tür merkezler açması engellenmelidir.
Tıp Eğitimi
Mezuniyet öncesi tıp eğitimi müfredatı ülkenin sağlık sorunlarını önceleyen ve bilen, ihtiyaca uygun bir içerikle gözden geçirilmeli ve topluma dayalı, problem çözmeye yönelik eğitim yöntemleriyle yürütülmelidir.
Gereksiz nitelik tartışmalarına ve kaynak israfına yol açan planlamadan yoksun tıp fakültesi açılması politikası sonlandırılmalıdır. Mevcut tıp fakülteleri ihtiyaca uygunlukları ve her türlü donanımları açısından gözden geçirilmeli, uygun olmayanların eğitim vermeleri değerlendirilmelidir.
Tıp fakültelerinin eğitim araştırma bölgeleri açılmalıdır.
Mezuniyet sonrası eğitimde, mezuniyet sonrası eğitimin asgari çerçevesini standardize edecek ve niteliği artıracak düzenlemeler hayata geçirilmelidir.
Tıp eğitiminde sürekli eğitimin önemi herkesçe kabul edilerek bu alanda meslek örgütünün yaptırımcı ve düzenleyici olması anlamında ilgili kurumlar kolaylaştırıcı bir işlev üstlenmelidir.
Tıp eğitimi üzerine söylenecek çok fazla şey vardır. Şu anda tıp fakültelerinden uluslar arası tıp kartelinin ürettiği ürünlerin pazarlamacılığını yapan ve kullanan, hastalık ve sağlık kavramlarından habersiz, hatta bu konularda bihaber cahil kimseler yetiştirilmektedir.
Bu şekilde mezun olan hekimleri, ilaç firmaları ve onların temsilcileri komisyon, hediye, yemek, kongre, tatil gibi yöntemlerle eğitmektedir. Bu nedenle tıp eğitimi tamamen yeniden düzenlenmeli, hastalık ve tedavi şekilleri dahi yeniden tanımlanmalıdır. Hem müfredat hem de okutulan bilgiler yukarıdaki unsurlardan ayıklanarak tamamen yeniden yazılmalıdır. Emperyalist batının dayattığı tıp anlayışı bilimsel şüphecilik ve gerçekçi bir hastalık ve sağlık tanımlaması açısından eleştirilmeli ve yeni bir sentez yapılmalıdır. İnsan ve toplum merkezli bir tıp eğitimi verilmelidir. Bu eğitim, şu anda olduğu gibi ilaç ve tıbbi malzeme ve cihaz kullanmaya koşullandırılmış hekimler yaratmamalıdır. Türkiye'deki tıp fakülteleri AB veya ABD için hekim yetiştirmemeli ve bunu hedeflememelidir. İngilizce tıp fakülteleri kapatılmalıdır. Hekimlere İngilizce yerine Türkçe öğretilmeli tıbbi deyim ve isimler herkesin kolayca anlayabilmesi için Türkçeleştirilmelidir. Diğer taraftan halk da sağlık hizmeti, hastalık ve tedavi gibi konularda bilinçlendirilerek, müşteri olmaktan çıkarılmalıdır. Şu anda gereğinden fazla tıp, diş hekimliği ve eczacılık fakültesi mevcuttur. Bunlar azaltılmalıdır.
Demokratikleşme
Türkiye sağlık ortamı -kurumlar düzeyinde ve çalışanlar için- demokratikleştirilmelidir. Sağlık çalışanlarına grevli toplu sözleşmeli sendikal hak tanınmalıdır.
Çalışanların özlük hakları ve çalışanların sağlığı boyutunda düzenlemeler yapılmalıdır.
Kamu sağlık kurumlarında baskı, rotasyon, sürgün, angarya gibi uygulamalara son verilmelidir.
Toplum Katılımı
224 sayılı yasada öngörülen sağlık ocakları düzeyinde toplum katılımına olanak sağlayan sağlık kurulları çalıştırılmalı ve yine aynı yasada belirtilen genel kurul en kısa sürede -bir ilk adım olarak- toplanmalıdır.
Yukarıdaki hakların kağıt üzerinde tanınması uzun vadede hiç kimsenin sorunlarını çözemeyecektir. Tekelci ve kapitalist anlayışla düzenlenen bir sağlık sisteminde demokratikleşme mümkün olmadığı gibi bu alanda da "faşizm" söz konusudur. Sistemin yaptığı hiçbir işi eleştiremezsiniz. Meselâ, Kolesterol ölçtürmenin, ilaçlarını kullanmanın, kemik erimesi hastalığı ve tedavilerinin, durmadan meme filmi çektirmenin saçmalığını kimseye anlatamazsınız. Herkes bu safsatalara bir dine inanır gibi inanmaktadır. Fakültelerde bu bilgiler ayet gibi ezberletilmekte ve hiç düşünmeden ve mantık ve eleştiri süzgecinden geçirilmeden bunlara inanılmaktadır. Bu kişiler öyle eğitilmişlerdir ki öğrendikler bu saçmalıkların yanlış olabileceğini bile düşünememektedirler. Çoğu kişi bu ortamda bazı demokratik haklar kazanmayı veya ücretinin biraz artmasını kazanç gibi görmektedir.
Zaten sistem Sağlık Bakanlığı'nın sağlık hizmeti vermediği tam bir özelleştirme ve taşeronlaştırmaya doğru gitmektedir. Özel kuruluşlarda da bu tür örgütlenme ve sendikalaşmanın kağıt üzerinde kalacağı açıktır. Özelleştirmeyi kavrayamayan ve hatta destekleyen Türk-İş, Disk gibi sendikaların geldiği durum ortadadır. Bu sendikalardan bugün kimse artık korkmamaktadır. Kendi kendilerini satmışlar ve yok etmişlerdir. Performans zokası ile boğazından sisteme bağlanmış hekim kitlesi maalesef sistemi kayıtsız şartsız desteklemeye mecburdur. Kendi kendisine yabancılaştırılmış bu kitle, kendi aleyhine dahi olsa son ana kadar tercihini sistem lehine kullanacaktır. Sistem tamamen çökmeden kimse duruşunu değiştirmeyi düşünmemektedir. Vaziyet böyle görünüyor.
SAĞLIKTA TASARRUF OLUR MU OLMAZ MI?
Bu, sağlık hizmetlerinden ne anladığımıza bağlıdır. Günümüzde tıp ve tıbbi uygulamalar, kısaca adına sağlık piyasası da dediğimiz insan sağlığı üzerinden veya bunu bahane ederek kazanç sağlama alanına dönüşmüştür. Bu tıp anlayışı yani teorisi ve uygulaması kısaca tıp karteli (medikal kartel) olarak da isimlendirilen uluslar arası ilaç, tıbbi cihaz, malzeme, sarf malzemesi ve özellikle ilaç ve biyomedikal ürün (bunlara big pharma veya ilaç devleri de deniyor) üreten uluslararası firmalar ve uluslar arası sağlık sigortacılığı şirketleri tarafından belirlenmektedir. Hastaneler ve diğer sağlık kuruluşları bu kartelin belirlediği işleri topluma uygulamakla görevlidirler.
Bu nedenle olabildiğince şişirilmiş bir sağlık piyasası mevcuttur. Bu yapılan işlere "sağlık hizmeti" demek veya "standart sağlık hizmeti" olarak kabul etmek mümkün olmadığı gibi, bu tür hizmetlerin kişilere ve hastalara da bir yararı yoktur. Bu şekilde bir talan ve soygun hırsıyla işletilen "sağlık piyasası"nın (sağlık hizmeti diyemiyorum), harcamalarının tavan yapacağı ve hiçbir devletin bu tür savurgan bir harcamaya sonuna kadar dayanamayacağı açıktır. Bu nedenle orta yerde bir savurganlık, ve herkesin kafasına göre uyguladığı bir sağlık teknolojisi varsa bunun kaçınılmaz sonucu denizin bittiği yerde artan harcamalara bir sınırlandırma getirilmesidir. Bu sınırlandırmalar yapılan işleri yasaklamaktan çok vatandaşın kesesinden yapılan harcamaları (prim ve katkı paylarının arttırılması gibi) arttırmaya yönelik olacaktır.
Ekonomide genel kural yapılan harcamaların, toplanan prim miktarına (gelir) denkliğidir. Eğer yaptığınız harcamalar gelirinizden fazla ise bu durumda ister istemez bir sınırlama olacaktır.
Bu nedenle "sağlıkta tasarruf olmaz veya reçeteme dokunma" sloganları gerçekçi değildir. Sağlık harcamalarının vergilerden karşılanmasını, ücretsiz olmasını kabul ederken, diğer taraftan sağlık hizmeti adı altında yabancı tekellere kazanç sağlayan sağlık harcamalarını olabildiğince arttıran düzene muhalefet etmemek tutarsızlıktır. Mevcut sistemde bir kısıtlama getirilmezse ülke bütçeleri bile sağlık harcamalarını karşılamakta yetersiz kalır. Hekimlere ilaçların nasıl promosyon ve taktiklerle yazdırıldığı basına bir çok olay vesilesi ile yansımış bir olaydır. Hastanelerin nelerle uğraştığını, ne gibi ilaçların kullandırıldığını anlamak için hastanelerde tedavi gören hastaların faturalarına ve reçetelerine bakmak yeterlidir. Bu şekilde hastanelerin, gelirlerini arttırmak için ne gibi taktik ve hilelere başvurduğu ve nelerle uğraştığı kolaylıkla görülecektir. Tabii ki görmek istiyorsanız...
SONUÇ
TTB ülkemizdeki sağlık sorunlarının temelindeki bozukluğu görmemekte ve bunun bir sistem sorunu olduğunu tespit etmemektedir. Bu nedenle TTB politikaları, AKP'nin geliştirdiği politikalara sağlam bir alternatif oluşturamadığı gibi bazı alanlarda sanki onunla aynı paralelde imiş gibi bile görünebilmektedir. Sorunların belirli bir bütçe ayrılarak ve bazı şekilsel düzenlemeler yapılarak halledilebileceği sanılmaktadır. Ayrıca kullanılan sloganlar soyut ve her işitenin kendi kafasına göre içini dolduracağı lâflardır. Artık yeni şeyler söylemenin zamanıdır. Bu gün geldiğimiz noktada Sağlıkta Dönüşüm politikaların anlaşılması son derece kolaydır. AKP'nin demiyorum, çünkü bu politikaları bütün partiler aynen savunmuştur ve halen savunmaktadırlar. Parti ve sendikalardan da ciddi bir muhalefet yoktur. Herkes yapılan işleri onaylamaktadırlar.
TTB'ye ve hekimlere düşen mevcut sağlık sistemini iyice çözümleyerek sistem (düzen) karşısında kendi yerini tam olarak belirlemektir. TTB bu konuda bir çalışma ve tartışma başlatmalıdır. Gelecekte sağlık alanında görülebilecek olumsuzluk ve sorunlardan herkes kendisinin de bir derece sorumlu olacağını, bu sonuca toplumun her kesiminin az veya çok katkıları ile gelindiği unutulmamalıdır.
(*) Bu eleştiri, TTB'nin "Ne istiyoruz." isimli yazısı temel alınarak TTB siyasetine katkı sağlamak amacı ile yazılmıştır.
Dr. Uğur Yılmaz
Herkes için eşit, ulaşılabilir, nitelikli, ücretsiz sağlık hizmeti temel ilke alınarak sağlıktaki eşitsizliklerin kademeli olarak giderilmesi, tümü ile ortadan kaldırılması ve toplumun sağlık düzeyinin yükseltilmesi hedeflenmelidir.
Türkiye de "sağlık" sorunu bir finansman sorunu mudur, yoksa başka bir sorun mudur. Bu açıdan bakarsak eğitim sorunu da, ulaşım sorunu da, sanayi sorunu da bir finansman sorunudur. Her şey finansman sorunudur. Diğer bir deyişle soruna böyle bakarsak "finans sorununu çözen ülkelerde sağlık hizmetlerinde bir sorun yoktur" da denebilir. ABD sağlık alanında en fazla harcamanın yapıldığı bir ülkede olarak takdim edilmektedir. Fakat ABD dünyanın en pahalı sağlık hizmeti vermesinin yanında en kötü sağlık hizmetinin de verildiği bir ülkedir. Kulağa hoş gelmekle birlikte finansman sorunu ile sağlık hizmeti sorunu çözülememektedir.
Buradan baştaki ifadeye göre TTB'nin mevcut sağlık hizmetlerinde "PARA HARİÇ" bir sorun görmediğini de söyleyebiliriz. TTB, Sağlık hizmeti anlamında ne yapılıyorsa bu doğrudur ve zaten dünyanın diğer ülkelerinde de böyle yapılmaktadır; fakat bizde bu işlere biraz az para ayrılıyor, diye düşünmektedir.
Hükümet GSS ile finansman sorununu çözmeyi amaçladığını söylemiştir. Genel Sağlık Sigortası ile finansman sorunu çözülmüştür. Zaten önceden de çözülmüştü. SSK ve Bağ-Kur'da finansman primlerle diğerlerinde de bütçeden karşılanıyordu. GSS ile sadece yeşil kart'ta finansman bütçeden karşılanacaktır. Kısaca önceden bir finansman sorunu yoktu; şimdi de bir finansman sorunu yoktur. Finansman sorunun çözülmesi sağlık hizmetlerinde sorunu azaltmamış aksine arttırmıştır.
Sağlık hizmeti ve sağlık ekonomisi
Kamucu sağlık sistemi demek, devletin verdiği veya karşılığında kullanan kesimin hiçbir para ödemediği bir sistem demek değildir. Orta yerde standart olarak herkesin üzerinde anlaştığı tıp, hastalık, teşhis, tedavi yöntemi yoktur. Bugün uygulanan tıp anlayışı uluslar arası ilaç, tıbbi malzeme, cihaz ve sarf malzemesi üreten ve tıbbî teknolojiyi elinde bulunduran kartelin belirlediği şekilde yürütülmektedir. Bu kartele tıp mafyası (medikal mafya) da denilmektedir. Bu kartel nelerin hastalık olduğunu, bunların hangi yöntemlerle teşhis, tedavi ve takip edilmesi gerektiğini, tıp fakültelerinde nelerin okutulacağını, hekimlerin ve hastaların neler yapmaları gerektiğini kısaca sağlık ve tıpla ilgili her şeyi belirlemektedir. Burada sağlık hizmeti veriliyor gibi bir yanıltmaca arkasında hem hasta olan hem de hasta olmayan kişilerde, esas olarak kendi ürettikleri ürünlerin devamlı tüketilmesini hedef alan ve hastaları da devamlı bir tüketici (müşteri) haline sokan bir uygulama görüyoruz. Hem hastalıkların tanımı, bir kişide hangi hastalıkların bulunup bulunmadığı ve bu sözüm ona hastalıklarda yapılacak her türlü işlem tamamen keyfi olarak belirlendiği için tıp alanında üzerinde anlaşılacak veya anlaşılmış bir sağlık hizmeti şekli yoktur. Bu sağlık hizmetleri alanında yapılan her şey yukarıda belirtilen merkezlerin kazancını ve tekelini sağlamlaştıracak şekilde yürütülmekte olup, bütün organizasyonlar buna uygun olarak düzenlenmiştir. Sağlık hizmetlerinde yaygın özelleştirme atağı, kamu kuruluşlarının da özel şirketler gibi çalışmaya başlaması, ilaç patent yasaları ile bu kartelin izin verdikleri dışındaki ilaçların satış ve üretiminin yasaklanması, SSK ilaç fabrikası ve devletin aşı üretim tesislerinin kapatılması, yabancı hekimlere Türkiye'de çalışma izninin verilmesi bu yöndeki uygulamaların devamıdır. Bu alanda yapılan son düzenlemeler bu pazarı daha fazla uluslar arası yönetim ve denetime açmaktadır.
Türkiye'de özel ve devlete ait sağlık kuruluşlarında bu uluslar arası sağlık kartelinin belirlediği şekilde sağlık hizmeti verilmesi sonucu sağlık hizmetleri insan sağlığına zarar veren, insanları sakat bırakan, toplumun üretim yeteneğini azaltan bir şekilde çalışmaktadır. Kısaca, artık gerçek anlamda sağlık hizmeti verilmemektedir. Bu düzen halkı ve sağlık çalışanlarını da kendi istediği gibi şekillendirmektedir. Halka dönerek sağlık hizmeti alanında her türlü tetkik ve tedaviyi kişilerin kendi belirlediği şekilde alabileceği propagandası yapılırken, sağlık çalışanlarına da (hekimlere ve yöneticilere) yaptıkları çalışmalar oranında komisyon verme (performans uygulaması) ile "sen cebine girene bak" denilerek her iki kesimden kendilerine gelebilecek eleştirileri azaltmaktadır.
Sağlık hizmeti anlamında bu gereksiz tıbbi teknoloji, malzeme ve ilaç tüketimi en yüksek oranlara ulaşmış olup, hastaların ayaktan takip ve yatış süreleri uzamış, kontroller artmış, hasta tedavi maliyetleri zirve yapmıştır. Bir çok üniversite hastanesinde ayaktan takip süreleri bir aydan az olmadığı gibi, hastalara yapılan tetkik sayıları binleri bin beş yüzleri bulmaktadır. Hastane yönetimleri de hasta tedavi faturalarını şişirmeleri ve hastalar üzerinde mümkün olduğunca daha fazla gereksiz işlemleri yapmaları ve arttırmaları konusunda hekimlere baskı yapmaktadır.
Hastanelerde sağlık hizmeti adı altında yapılan işlemlerin çoğu artık sağlık hizmeti değil, sağlık teknolojisi ve hizmetlerinin pazarlamasıdır. Hastanelerde işlem, tetkik ve muayene kalemlerini arttırmak için menopoz, osteoporoz, meme hastalıkları ve sigarayı bıraktırma poliklinikleri gibi bölümler açılmaktadır. Menopoz ve osteoporoz yaşlanmayla oluşan ve tedavi edilmemesi gereken fizyolojik bir durumdur. Menopoz için dışarıdan hormon tedavisi verilen kişilerde meme kanseri gelişme riskinin arttığı bilindiği gibi, ileri yaşlarda kazalarda kemik kırılma oranını azaltmak için yapılan kemik erimesi tedavilerinin de gereksizliği yanında etkisizliği de kanıtlanmıştır. Her kadın hastada meme kanser korkusu temelinde devamlı kanser takip, arama ve tarama programı uygulanmakta, kanser olasılığını arttıran meme filimleri çekilmektedir. Buna son zamanlarda barsak kanseri için kolonoskopi takipleri eklenmektedir. Sıraya başkaları da girecektir. Aynı şeyleri kolesterol tedavisi ve takipleri için de söyleyebiliriz. Normalde oranı % 5-10 arasında değişebilecek sezeryan ameliyatları hastanede yapılan doğumlarda % 90'ı bulmaktadır. Bu oranın fazla olduğu söylenen ABD'de bile oran % 50 civarındadır. Sezeryanla fizyolojik bir olay olan doğum da hastalık gibi ele alınmaya başlamıştır. Örnekler çoğaltılabilir.
Sistem kişileri hastaneye bağlamak ve devamlı müşteri yapmak için bir çok hastalık uydurmaktadır. Bu sistemde diğer taraftan da halk da tıbbi müşteri olarak eğitilmiştir. Yukarıdaki uyduruk hastalıklar ve programlar için koşullandırılan halk kitleleri herhangi mevcut bir sağlık sorunu için değil, yukarıdaki kalemleri yaptırtmak için ve kendi isteği ile sağlık kuruluşlarına gelmektedir. Halkın müşteri olması demek, sağlık hizmeti adı altında satılan hizmetleri vatandaşın da artık kendisinin talep etmesi demektir.
Bu uzun sayılacak açıklamayı yapmamın sebebi sağlık hizmetinden günümüzde ne anlaşıldığını ve bu alana yatırılan paraların nerelere gittiğinin göstermektir. Bu şekilde şişirilmiş hizmet kalemleri ile kişiler ve toplum daha sağlıklı olmadığı gibi, sağlık alanında gereksiz harcamalar artmaktadır.
TTB'nin yıllardır değişmeyen siyaseti " Herkes için eşit, ulaşılabilir, nitelikli, ücretsiz sağlık hizmeti temel ilke alınarak sağlıktaki eşitsizliklerin kademeli olarak giderilmesi ve toplumun sağlık düzeyinin yükseltilmesi" olarak tanımlamaktadır. Bunun sağlanması da tek parametreye bağlanmaktadır O da "sağlığa bütçeden daha fazla para ayrılmasıdır." Bu ifadelerin hepsi kulağa hoş gelmekle birlikte, soyut olarak kalmakta ve içi doldurulmamaktadır. Diğer çözüm önerileri de dilek ve temenniden öteye geçememektedir. Çünkü önerilerin hiçbiri sağlık sistemi (düzeni) ile ilişkili değildir. TTB iki farklı sağlık sistemi bulunabileceğini kavramamakta ve mevcut sistemin bütün dünyada olduğu gibi bizde de uygun ve gerekli tek sistem olduğunu düşünmektedir. Bu takdirde eleştiriler ayrıntılar üzerinde olmaktadır.
Eşitlik meselesi: Sağlık hizmeti devamlı verilmesi gereken veya herkesin devamlı alması gereken bir hizmet değildir. Bu nedenle sağlık hizmeti herkese değil, ihtiyacı olana (yani hasta olana) verilmelidir. Toplumu bir bütün olarak hasta kabul eden veya hasta olmasa da arabaların bakımı gibi insanların da devamlı olarak hastanelere gidip gelmeleri ve kendilerine devamlı ilaç ve tıp teknolojisi uygulanması olarak özetleyebileceğimiz sağlık düzeni, pazar ve piyasa merkezli kapitalist sağlık düzeninin anlayışını yansıtmaktadır. Eşitlik ile sigortalılık kastediliyorsa, kişiler ödedikleri kadar sağlık hizmeti alsın diyemezsiniz. Diğer taraftan eşitlikten ülkenin değişik bölgeleri veya köy ve şehirlerdeki farklılıklar kastediliyorsa, kapitalist sistemde yatırımın pazar payı ve geliri fazla olan yerlere olacağını gözden uzak tutmamak gerekir. Şu anda sanayii ve ticaretin yoğunlaştığı yerler piyasa tıbbının da yoğunlaştığı yerler olacaktır. Eğer hekimler de daha fazla para ve komisyon kazanacaklarsa, çalıştıkları yerler müşterinin bol olduğu ve kazancın fazla olduğu merkezler olmalıdır. Performans (komisyon) ücretinin az olduğu köy ve kasaba sağlık ocaklarına ve hastanelerine bu nedenle talep fazla olmamaktadır. Bu anlamda eşitsizlik de düzenin beklenen doğal bir sorunudur.
Ulaşılabilir olma meselesi: Herkesin ayağına veya mahallesine her türlü sağlık hizmeti veya teknolojisi kurulamaz ve gerekli değildir. Ulaşım meselesi taşıma ile de sağlanır. Daha az ve özellikli olan hizmetlerin belli merkezlerde verilmesi uygun olur. Ayrıca rekabetçi kapitalist sistem uyguladığı bazı yöntemlerle hastanın ayağına gitmek yerine, hastayı istediği yere getirtmektedir. Bu gün bir çok il ve kasabada yani hastanın ayağında, bazı girişimleri yapabilecek imkân, cerrah ve hekim bulunmasına rağmen hastalar daha başka merkezlere ve hatta yurt dışına gitmeye çalışmakta, devlet ve sigorta imkânlarını bu amaçla zorlamaktadırlar.
Ulaşımdan kasıt sigortalı olmak ve bu imkânlardan yararlanmak olarak görülüyorsa, bu da bir sistem sorunudur. Bu anlamda bütün halk sigortalı yapıldığı için bu sorun çözülmüş gibi görünmektedir. Fakat, Genel Sağlık Sigortası sadece teminat paketinde olan hizmetlerin verilmesini hedeflemektedir. Bu da ayrıca giderek artacak olan katkı payları, sigorta primlerinin arttırılmasını ve özel sigorta yaptırtmayı da gerektirmektedir. Mevcut sigorta sisteminin görevi, giderek artan ve büyüyen cirosu ile tıp karteline tıbbi cihaz, malzeme ve ilaç kullanarak yapılan harcamalar için kaynak oluşturmak ve yaratmaktır. Yoksa kişiler zengin bile olsa yukarıda belirtildiği türden bir sağlık hizmetini kendi keselerinden para ödeyerek almaya isteksizdirler. En azından toplumun büyük kesimine bunları yaptırtamazsınız. Fakat mevcut sistem sayesinde dağda çobanlık yapan kadına bile hiç anlamadığı menopoz tedavisi ve kemik erimesi tedavisi kullandırılabilmektedir. Bu amaçla sağlık teknoloji ve imkânlarının kullanılmasına da "modern sağlık sistemi" denilmektedir. Mevcut sistem sigortacılık sistemi ile de bir bütün oluşturmaktadır. Bu nedenle mevcut sisteme karşı olunduğu zaman getirilen bu sağlık sigortacılığı sistemine de karşı olmak gerekmektedir. Bu ABD ve AB ülkelerinde görülen bir sigortacılık anlayışıdır. Zaten öyle olsaydı DTÖ, İMF Dünya Bankası gibi küresel emperyalizmin icra organları ve AB tarafından bu uygulamalar savunulmaz ve dayatılmazdır. Sosyal Güvenlik Yasası zamanında çıkarılmadığı için İMF'nin kredi bile vermediği unutulmamalıdır. Bu kuruluşların her alanda tekelci ve kapitalist bir hedefi varken, sağlık alanında kamusal bir sağlık hizmeti amaçlamaları düşünülemez ve kendi var oluş nedenleri ile çelişmektedir. Fakat bu önemli ayrıntının kitlelerce anlaşılabilmesi ve kavranması güçtür. Bu açıdan sağlığa daha fazla para ayrılması demek yurt dışına transfer edilecek kaynakların biraz daha artması demektir. Ne kadar arttırırsanız arttırın, bu sistemi doyuracak bir seviyeye ulaşılamaz. Bu işler için ayrılan bütün kaynaklar kısa sürede tüketilmek ve bitmek durumundadır. Nitekim sosyal güvenlik için ayrılan paralar hemen tükenmektedir.
Bu konuda kişilerden sigorta primleri toplamaya dayanan bir sigortacılık anlayışı yerine, TTB'nin önerdiği gibi, sağlık hizmetlerinin doğrudan devlet bütçesinden karşılanması daha doğru ve uygun olur. Fakat bunun için piyasa temelli tıp kartelinin belirlediği sağlık sistemine karşı çıkmak gerekmektedir
Ulaşılabilir olmasından herhangi bir sağlık merkezine veya hastaneye kolayca başvurabilmeyi kastediyorsanız, GSS ile getirilen sistem bunun tam tersidir. Çünkü aile hekimine gitmeden ve onun sevk onayını almadan hastaneye gidemezsiniz. Bunun için aile hekimini de ikna etmeniz gerekir. Üstelik o sizi istediğiniz yere göndermeyebilir. Bu sefer hastaları istediği yere sevk etmeyen aile hekimlerine komisyon verme dönemi başlayacaktır. Ayrıca TTB gibi basamaklı bir sağlık sistemini savunuyorsanız bu da hastaların ancak basamaklardan geçtikten sonra hastaneye ulaşabilmelerine imkân verecektir. Bazı durumlarda hastaların doğrudan başvurusu önemli ve zorunludur.
Nitelik meselesi: Sağlık hizmetinin niteliği kullanılan cihaz, malzeme, personel ve benzeri unsurlarla arttırılamaz. Çok iyi malzeme ile kötü bir yemek yapılabilir. Çok iyi inşaat malzemeleri ile zayıf ve dayanıksız bir bina inşa edilebilir. Sağlık hizmetinde nitelik sonuçla ölçülür. Dar anlamı ile "nitelik", kullanıcının tanımına göre değişir.
SDP'de (Sağlıkta Dönüşüm Projesi) uluslar arası kaliteli tıbbi malzeme kullanılmasının sağlık hizmetinde niteliği arttıracağı iddia edilmektedir. Bir çok hasta da bir ameliyat veya tedavide kendisine ithal veya yabancı , pahalı bir ürün ve ilaç kullanılmasını mükemmel bir sağlık hizmeti almakla eşdeğer görmektedir. Halbuki hasta açısından amaç hastalığı veya sorunundan kurtulmak ve bu süreçte zarar görmemek olmalıdır. Tıbbi ve cerrahi hizmetlerde kullanılan malzeme ve cihazlar hizmetin kalitesini arttırmaz. Önemli olan cihazların uygun yerde ve şekilde kullanılmasıdır. Özellikle cihaz ve malzeme kullanmak için gerekçe yaratılmamalıdır. Niteliğin diğer bir unsuru da hizmeti verenlerdir. Bugün hekimler uluslar arası sağlık kartelinin belirlediği şekilde bir sağlık anlayışına göre eğitilmekte ve gene bu anlayışa göre sağlık hizmeti vermektedirler. Kısaca kendilerine gelen her hastada vücutlarında olabilecek bütün hastalıkları, kanserleri, viral hastalıkları belirli dönemlerle devamlı araştırmakta, hastalardan olabildiğince fazla sayıca ve devamlı tetkik ve tahlil istemekte, herkesi hasta kabul etmekte, fizyolojik durumları veya sistemin hastalık olarak tanımladığı gerçekte hastalık olmayan durumları tedavi etmekte(!), bu gibi durumlar için ameliyatlar yapmakta, hastaları hastaneye bağlamakta ve her türlü gereksiz işlem, tedavi ve girişim kalemlerini abartmaktadır. Bütün bunlarda bir yanlışlık görmemektedir.
Bugünün tıp anlayışı = gereksiz, devamlı ve abartılı ilaç kullandırma+ gereksiz, devamlı ve abartılı tıbbi malzeme, cihaz ve teknoloji kullanma+hastalık olmadan ve hatta tamamen sağlıklı kişileri bile bir hastalık uydurarak tedavi etmek ve bu işler için hastalık ve tedaviler uydurmaktır.
Hekimler kendi başlarına ve bağımsız iradeleri ile çalışmamaktadırlar. Hekimler sağlık hizmeti yerine sağlık teknolojisi veya imkanını kullanan kişilere dönüştürülmüştür. Yani alışveriş merkezlerindeki satış elemanlarına...Bu alışveriş merkezleri hekimlerin kendisine ait olmadığı için, burada satılan ürün veya burada sözüm ona sağlık hizmeti hekimler sorumlu değildir. Bu nedenle verilen hizmete sağlık hizmeti diyemeyiz.
İyi hekimlik veya bir hekim işini ne kadar iyi yapabilir? Diğer taraftan hekimlik ve cerrahlık bir bilim ve sanatsa, bu sanatı yapanların tamamen çok iyi bir seviyede çalıştığını, işlerinde usta olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü herhangi bir alanda işini mükemmel yapabilen çok az insan vardır. Kitap yazan herkes iyi yazar değildir. Her cirit atan cirit atmada dünya rekortmeni değildir. Hekimlik her iş gibi bir kapasite meselesidir. Dolayısı ile hekim ancak kapasitesi ve yeteneği oranında hekimlik yapabilir. Para ile veya başka yöntemlerle ona yapamayacağı veya beceremeyeceği bir işi yaptırtmak mümkün olmaz. Sağlam bir kişilik, yeterli bir zeka ve kavrayış yeteneği yanında, olayları ve bulguları iyi değerlendirme, hasta ve hastalığa objektif yaklaşma, her hastayı ayrı ayrı değerlendirme, tehlike ve kazançları iyi hesaplama ve hasta için en uygun tedaviyi vermek ve en iyi sonucu elde etmek iyi hekimliğin ölçüleridir. Bu özellikleri en mükemmel olan kişilerin bile, hastadan ve kendilerinden kaynaklanan nedenlerle (yorgunluk, kişisel sorunlar, hastalık, hastadan hoşlanmama, acele etme gibi) her zaman ve hatasız çalışmaları beklenemez. Mevcut sistemde en iyi yetiştirilmiş hekimin bile iyi hekimlik yapması mümkün değildir. Fakat bu gereksiz bir işlemi, girişimi, ve ameliyatı kötü yapması anlamında değildir. Tek bir örnekle açıklarsak, normal doğum yapabilecek bir kadına çok iyi sezeryan yapılması, her hastayı koroner kalp hastası kabul ederek çok iyi koroner anjio yapılması iyi hekimlik demek değildir.
Ücretsizlik meselesi: Bir hizmet için kişinin cebinden harcama yapmaması ve bunu bir başkasının veya sosyal güvenlik kurumunun ödemesi, bu iş veya hizmetin ücretsiz ve beleş olması anlamına gelmez. Maalesef Türkiye'de beleş işler kamusal hizmet olarak algılanmaktadır. Sağlık hizmeti günümüzde hatır için, insanlığa hizmet için veya acıma hisleri ile yapılan bir hizmet değildir. Bu hizmetlerin önemli bir maliyeti vardır ve yukarıda anlatılan nedenlerle bu maliyeti keyfi olarak istenildiği kadar arttırmak mümkündür. Zaten hizmet verenler bu maliyeti en yüksek seviyede tutmaya çalışmaktadırlar. Bunlar, uluslar arası tıbbi kartelin belirlediği şekilde hizmetleri vermekte olup bu işten toplanan paralar gene onlara akmaktadır. Çünkü sağlık hizmeti anlamında giderlerin önemli bir kısmı ilaç, tıbbi cihaz. malzeme ve sarf malzemesi pazarına gitmektedir. Bütün bu kalemlerde satışlar, kapitalizmin genel yasası uyarınca iş gördürdükleri kişilere de gerekli komisyonlarını vermek şartıyla sağlanır. Bu konuda dil, din, cins gibi ayrımlar yoktur.
TTB temel ilke olarak ulusal sağlık politikasından bahsetmekte, ülkemizde yaratılan kaynakların geliştirilmesi ve dışarıdan kaynak aktaran baskılara karşı korunmayı temel ilke edinmekte olduğunu söylemektedir. Bu cümleye genelde katılmamak mümkün değildir. Ulusal sağlık politikasından bahsedebilmek için kartelin belirlediği sağlık politikasına karşı çıkmanız gerekmektedir.
Kaynakların geliştirilmesi: sağlık alanında kaynak her ülkede olduğu gibi bizde de vardır. Önce sağlık sistemi (düzeni) alanında tercihimizi belirlemeliyiz. Bu insan kaynaklı ve kamucu bir sağlık sistemi olmalıdır. Eğitim, ilaç, tıbbi cihaz ve sarf malzemesi alanında bütün üretim ve kulanım bu merkezde örgütlenmeli ve yeniden düzenlenmelidir. Özellikle gereksiz endikasyon ve hastalık yaratılarak kullandırılan ve geniş bir pazar yaratılan ilaç sektörü elden geçirilerek kullanılan ilaç ve tedavilere bir sınırlandırma getirilmelidir. Aynı işlemler, tıbbi cihaz, malzeme ve sarf malzemeleleri için de yapılmalıdır. Modern tıp literatürü ve kitaplarının belirlenen amaca hizmet etmek için yazıldığı göz önünde tutularak tıp eğitimi ve öğretimi gözden geçirilmeli, "batıya körü körüne tapınma" bırakılmalıdır. Bize bilimsel ve değişmez ve tartışılmaz doğrular gibi gösterilen "tıbbi bilgilerin" körü körüne kabul edilmesi ve papağan gibi tekrar edilmesinden vazgeçilmelidir. Batının tartışılmaz bir din gibi dayattığı tıp anlayışı terk edilmelidir. Çünkü bilimde değişmez ve dogmatik olarak uygulanan ilkeler söz konusu değildir. Şu anda mevcut fakültelerden mezun olan hekimler hastanın sorunları ile ilgileneceğine, her gördüğü kişinin kolesterolünü, kemik yoğunluğunu merak etmekte, hastaya meme filmi çektirip kalp hastası olup olmadığını araştırtmakta ve artık şablonlaşmış bu ve benzeri işlerle uğraşmaktadırlar. Böyle bir tıp bilgisi okuma yazması olan bir kişiye bir günde verilebilir. Zaten toplum da bu konularda aynen hekimler gibi eğitilmişlerdir. Kendilerine gelen hastalar da bu kadarını bilmektedir. Neticede bunları yapacak ve ilaç firmaları elinde oyuncak olacak bir kişiyi yetiştirmek için altı yedi yıl oldukça uzun bir süredir. Ülkemizde kaynaklar ancak bu gerçekler bilinerek geliştirilebilir.
Eşitsizlikleri gidererek sağlık seviyesinin yükseltilmesi meselesi: TTB'nin savunduğu gibi, "eşitsizliklerin giderilerek toplumun sağlık seviyesinin yükseltilmesi" mümkün değildir. Mesele, bir eşitsizlik meselesi değildir. Burada eşitsizlik kelimesi ile sanki toplumun bazı kesimleri iyi bir sağlık hizmeti alıyor, diğerleri alamıyor gibi bir durum kast edilmektedir. Eğer bir düzen veya sistemden bahsediyorsak sistem herkese aynı şekilde davranır. Mesela, ulaşım sistemi dediğimizde bu sistem toplumun farklı kesimleri için farklı işlemez. Fakat, bir şehirde bile her istikamette giden taşıtları aynı yoğunlukta bulmak zordur. Ayrıca sağlık hizmeti standart bir paket olmadığı için herkese aynı şekilde uygulanması, dağıtılması mümkün de değildir. Modern piyasa merkezli sağlık düzeninde herkese paket halinde zaten bir çok tıbbi işlem ve tedaviler yapılmaktadır. Bunlar yapılırken kişinin zengin mi yoksul mu olduğuna bakılmamaktadır. Yeter ki bunları ödeyecek bir sigortası bulunsun. Doğru olan bunların yapılması değil, yapılmamasıdır.
Kamucu sağlık sistemi soyut eşitlik kavramı yerine, olur olmaz tıbbi teknoloji kullanmaya karşı çıkmalı, hasta ve toplumda tedavi edilebilir ve önemli sorun yaratan gerçek hastalıklara odaklanmalıdır. Bu şekilde sağlık hizmeti, düzenli hastaneye giden ve hastanelere abone olan ve burada kendilerine standart uygulamalar yapılan kişiler yaratmayı değil sağlıklı bir toplum ve bireyi hedefler. Ayrıca verilebilecek hizmetlerin maliyetinin olabildiği kadar arttırılması yerine, gereksiz hizmet ve girişimlerin önlenmesini, verilen hizmet, tedavi ve girişimlerde en iyi sonucun en düşük maliyet ile başarmayı hedefler.
"Toplumun sağlık seviyesinin yükseltilmesinden" bahsettiğimizde, bunun sadece sağlık hizmeti ile sağlanamayabileceğini bilmek durumundayız. Bir çok unsur toplumun sağlık seviyesini etkilemektedir. Bu ifadeden toplumun sağlık durumu ve seviyesi sadece verilen hizmete bağlı imiş gibi gösterilmektedir. Bu ifade tıp kartelinin modern sağlık sistemi anlayışına yaklaşmaktadır. Çünkü bu anlayışa göre toplum veya bütün bireyler hastadır; sağlıklı görünseler bile muhakkak gizli bir hastalıkları vardır. Veya her ikisi yoksa da günün birinde bu hastalıklar ortaya çıkabilir. Bu nedenle bütün toplum devamlı izlenmeli, sık sık muayene ve kontrollerden geçirilmeli, ortaya çıkabilecek hastalıkları önlemek için toplum devamlı ilaç kullanmalı veya kendilerine tıbbi teknoloji uygulanmalıdır. Sağlıklı bir kişi olmak ancak böyle sağlanabilir denmektedir. Bu da topluma "al işte bu sağlıktır" diye sunulmaktadır.
Günümüzde toplumun sağlık seviyesini bozan başlıca etmenler şunlardır:
1. Ulaşımın fosil yakıt kullanan motorlu araçlarla yapılması: Bu şekilde havaya başta azot oksit ve karbon monoksit olmak üzere çok fazla sayıda tahriş edici ve zararlı gazlar yayılmaktadır. Bunlar kanın oksijen taşıma yeteneğini bozduğu gibi, kansere ve kronik bronşit astım gibi hastalıklara neden olmaktadır. Egzos gazları kanserin en başta ve önde gelen nedenlerinden birisidir.
2. Aynen sağlık hizmeti gibi ulaşımın kamusal bir anlayışla yapılmadığı için, bireysel çözüm ve araba kullanma arzu ve çılgınlığı pompalanmaktadır. Bu şekilde hatalı ulaşım siyasetine bağlı en önde gelen sağlık sorunu çok fazla trafik kazası ve bu kazalara bağlı ölüm, sakatlık ve malûliyetlerdir. Trafik kazaları gripten, kuş gribinden ve kanserden de önemli ve önde gelen bir sağlık sorunudur. Ayrıca bu tip kazalar ulaşım ve taşımacılık düzeninin değiştirilmesi ile tamamen önlenebilir.
3. Otomobil egzoz gazları ve ısıtmada kömür ve mazot gibi maddelerin kullanılması ile küresel ısınma ve iklim değişikliklerine zemin yaratılmaktadır. Bu anlayış küresel olarak dünyayı tehdit etmektedir.
Ulaşım ve ısıtmanın elektrikle çalışan raylı sistemlerle ve ücretsiz olması hedeflenmelidir.
4. İnsanlara en fazla radyoaktiviteye hastanelerde maruz kalmaktadır. Gereksiz yere ve sırf para kazanma amacı ile çektirilen tomografiler, sintigrafiler ve diğer radyolojik tetkiklerle toplum aşırı oranda radyoaktif madde bombardımanına tutulmaktadır. Havaalanları ve alışveriş merkezlerinin girişlerinde kurulan röntgen cihazları ile burada çalışanlar ve kapılardan geçenler düzenli radyasyon almaktadır.
5. Düşük dozda radyasyonun daha fazla kanser yapıcı özelliğe sahip olduğu kanıtlanmıştır. Toplum kütlesel olarak çok sık meme filmi taramasından geçirilerek kadınların meme kanserine yakalanma olasılıkları arttırılmaktadır. Topluma bizzat hastanelerde bu derece zarar verilirken ülkemizde bulunmayan ve çevresine radyoaktif ışın yaymayan nükleer santrallerden nedense en önemli tehdit olarak bahsedilmektedir.
6. Gereksiz ve firmaların promosyonları ile kullandırılan ilaç, tedavi ve aşılara bağlı olarak önemli oranda iatrojenik yaralanma, sakatlanma ve ölümler meydana gelmektedir.
7. Batı ve Amerikan tarzı beslenme dediğimiz kola ve yüksek kalorili abur cuburlarla beslenme tarzının değiştirilmesi şişmanlık ve buna bağlı kitlesel sağlık sorunları oluşturmaktadır.
8. Devlet üzerine "sağlığa zararlıdır" ibaresi bulunan bir maddeyi (sigara) sattırmaktadır. Üzerinde böyle bir ibare olmayan kim bilir daha ne kadar ürün satılmakta ve kullanılmaktadır.
9. Gereksiz ameliyat ve girişimler toplum sağlığını bozacak derecede önemli bir sağlık sorunu oluşturmaktadır. Fakat bu kimsenin umurunda değildir.
Örnekler arttırılabilir.
Arabanın yağını,suyunu veya gerekli parçalarını değiştirmek suretiyle verimini arttırmak gibi bir anlayışla devamlı tıbbi imkanları kullanmak bizi yukarıda belirtilen durumlardan korumaz ve bizi daha sağlıklı yapmaz. İnsanların bir araba veya asansör olmadığını unutmamak gerekir.
TTB, Sağlık hizmetlerinde devamlı olarak finansmana odaklanmakta olup, hizmet ve finansman sağlayan kuruluşların tek elde toplanması üzerinde durmaktadır.
Hizmet ve finansmanın tek elden toplanması sanki kamucu bir sağlık hizmeti ve finansmanı gibi algılanmaktadır. Halbuki daha önce ve hatta şimdi bile hizmet ve finansman tek elde toplanmıştır diyebiliriz. Finansman olarak SSK, Emekli Sandığı, Bağ Kur ve Yeşil Kart zaten devletin kontrolünde idi. Bunun isminin değiştirilmesi nitelik olarak bir şeyi değiştirmemiştir. GSS ile bunlar tek örgütte toplanmış oluyor. Bu nedenle bu açıdan GSS çıkarılması TTB'ye göre iyi bir uygulama gibi görünmektedir. Diğer taraftan sağlık hizmetleri hâlâ ağrılıklı olarak devlet kurumlarında (devlet ve üniversite) verilmektedir. Buralarda verilen hizmet şekli ve anlayışı ile özel hastanelerde verilen hizmet anlayışı arasında bir fark yoktur. Yukarıda belirttiğimiz gibi, GSS ile bütün halktan pirim toplanmasının ve halkın sigortalı yapılmasının amacı, "artan ve daha da artacak olan sağlık hizmetleri için sağlam ve devamlı bir mali kaynak yaratmaktır." GSS'nın modern tıp düzeni ile bu maddi ilişkisini gördükten sonra insanların sağlığı açısından böyle bir sigorta sisteminin olmamasının dahi insanların kesinlikle menfaatine olacağı ortaya çıkar. Hiç olmazsa insanlar kendilerine bir yararı olmayan üstelik sağlık sorunlarına yol açan böyle bir sağlık hizmetini almaktan kurtulmuş olurlar. GSS bu düzende kamusal bir sigortacılık sistemi değildir. TTB, politika geliştirirken sanki üzerinde herkesin hemfikir olduğu ve herkesçe doğru kabul edilen bir sağlık sistemi varmış gibi düşünmektedir. Sağlık sistemi kendilerinin de belirttiği gibi, ekonomik düzenle belirlenmektedir. Türkiye gibi sömürge bir ülkede kamucu ve insan merkezli bir sağlık sistemi olamaz; bazı ufak tefek düzenlemelerle bu sağlanamaz.
Diğer taraftan sağlık hizmetlerinde moda deyim olan "performans"ın arttırılmasından (yapılan işler) bahsedilmektedir. Şu andaki sistemde performans zaten arttırılabildiği kadar arttırılmış ve arttırılması için önündeki bütün engeller kaldırılmıştır. Bunun için sadece SSK Sağlık Bakanlığı devir protokolüne bakmamız yeter. Bu protokol ile devlet hastanelerinde tedavi gören SSK'lı hastaların faturaları eklerinde yapılan işlerle ilgili hiçbir belgenin bulunmayacağı ve istenemeyeceği protokole bağlanmıştır. Bunun anlamı açık olmakla birlikte anlayamayanlara bir kere daha açıklayalım: "Sen işlemleri istediğin kadar arttır, hatta arttırma bunun sadece faturalarda göster ben sana bunun bedelini sormadan ödeyeceğim." denmektedir. Bunun yorumunu size bırakıyorum. İşin ilginç yönü, bu konu üzerinde hiçbir kişi, kurum, parti ve örgütün durmamasıdır. TTB dahil bunları görmek istemeyen herkes sistemle uzlaşmış demektir.
Sağlık hizmetlerinde yapılan işler anlamında performans -muayene, tetkik, tahlil, yatış, kontrol, konsültasyon, girişim, ilaç ve tıbbi malzeme ve tıbbi teknoloji kullanılması gibi- kalemlerde artış demektir ki, bu kalemlerde artış değil azalma iyi bir sağlık göstergesidir. Eğer siz sağlık hizmeti yerine bir ürün satıyorsanız, meselâ, otomobil, gün ısı, televizyon gibi, bunun satışını veya üretimini arttırmanız bir performans artışıdır. Veya bir otel veya lokantada olduğu gibi müşteri sayısını arttırıyorsanız bu iyi bir performanstır. Fakat, sağlık hizmetlerinde verimlilik (output) sanayideki ürün artışı gibi kullanılamaz. Öyle olsaydı hastanelerin sudan gerekçelerle kontrol, tahlil ve girişimler için hastaları sık sık çağırmaları, ellerinde tutmaları, gereksiz yere ve uzun süre yatırmaları, her hastadan 5-10 konsültasyon istemeleri, hiçbir enfeksiyon bulgusu ve işareti olmayan kişilerden bütün enfeksiyon nedenlerinin araştırılması gibi bugün zaten yaptıkları uygulamaları iyi bir performans kriteri gibi görmek mümkün olurdu. Halbuki bunların sağlık ve sağlık hizmeti ile hiçbir ilişkisi olmadığı gibi, insanların ve toplumun sağlığını bozmaktadır. Ama siz sistemi işleten ve buradan kazanç sağlayan bir patron gibi bakıyorsanız, o zaman çıktıyı veya performansı bu şekilde işlem veya para getiren kalemleri arttırmak olarak görebilirsiniz. Zaten hastaneler (kamu, özel ve üniversite) de performansa bu açıdan yaklaşmaktadır.
Yazıda zaman zaman çalışma koşullarının düzeltilmesi, hekimlere verilen ücretlerin arttırılması, hastane dağılımı, ne kadar hastane- sağlık ocağı gerektiği ve hekim dağılımı gibi konularda öneriler getirmektedir. Bütün bunlar sistem sorunundan ayrı düşünüldüğünde anlamsızdır. Şu andaki düzende, eğer bir kazanç umudu varsa en ücra yerlere bile bu hizmeti götürmekten kaçınmayacaklardır. Çünkü sağlık ocakları ve en ücra hastanelere bile otoanalizörler, elisa cihazları, sintigrafi ve tomografi, MR cihazları alınmakta ve yerleştirilmekte, ertesi günden itibaren de bu cihazlar baş vuran her hastada kullanılmaya başlanmaktadır. Eğer çalışma koşullarının geliştirilmesinden bu anlaşılıyorsa, bu hükümetin bunları zaten fazlasıyla yaptığını söyleyebiliriz. Hatta bunları yapmak programlarının bir parçasıdır.
Mevcut hekim sayısı yeterlidir. Sorun hekimlerin bölgesel dağılımındaki eşitsizlik olarak yaşanmaktadır. Hekimlerin ülke düzeyinde dağılımındaki dengesizlikleri azaltacak, çalışma ortamlarını da gözeten özendirici bir istihdam politikası izlenmelidir.
Türkiye'nin sağlık sorunu bir personel azlığı çokluğu meselesi değildir. Çünkü mevcut hekim sayısı, yeterli olmanın ötesinde fazladır bile... Sağlık düzeninde, hatalı performans ve kâr etme dürtü ve yarışından kaynaklanan bir şişkinlik ve enflasyon vardır. Herkesi hasta kabul eden bir sağlık anlayışı ile soruna bakıldığı zaman, bu sefer hekim ve sağlık personeli topluma göre az gibi görünmektedir. Ve öyle de olacaktır. Sistem nerede ise her kişinin başına bir hekim dikmeyi ve onun üzerinde devamlı tıbbi teknoloji uygulamayı hedeflemektedir. Mevcut sistemde hastalar mümkünse devamlı hastanede tutulmaya çalışılırken, aşırı ve gereksiz bir tıbbi teknoloji uygulanması ve girişim söz konusudur. Hastaneler, bu gün ağırlıklı olarak hastalar ve sağlık sorunları ile ilgilenmemektedir. Medikal kartel tarafından yaptırılan sağlık teknolojisi satışı durdurulduğu zaman hem mevcut hastanelerin hem de sağlık çalışanının yeterli ve hatta fazla olduğu ortaya çıkacaktır.
Teşhis ve tedavilerde zamanın da bir girdi unsuru olduğu göz önünde tutulur ve hastaların gerçekten iyileşmeleri hedef alınırsa, hastane doluluk oranlarının çok fazla oranda azalacağı açıktır. Eğer siz gereksiz yatışları teşvik eder ve bedelini öderseniz hiçbir hastane hastaları daha az yatırmak istemez. En azından hasta yatağını satar. Bu tür teşviklere son verilmelidir. (Hatta mevcut sistem devam edecekse bile ayaktan takip ve yatışlara ve buralarda yapılan işlere bir kısıtlama getirilmelidir.)
ABD tarzı sağlık düzeni terk edilerek her şey yeniden düzenlenmelidir. Bu takdirde yeni hastane açılması bir yana mevcutlarının bile kapatılması gerekebilir. Kamucu bir sistemde gereksiz ve hastalara zarar veren tıbbi uygulamalar ödüllendirilmemeli aksine cezalandırılmalıdır.
Hekimlik ahlakında bozulmalar: Hekimlikte gördüğümüz kirlenme ve bozukluklar bir ahlak sorunu değil, bir düzen (sistem) sorunudur. Sistem hekimleri kendi istediği gibi çalıştırmaktadır. Bu nedenle bu yazıda başından sonuna kadar hiçbir uygulamadan kişi ve meslek grubu olarak hekimler hedef alınmamış ve eleştirilmemiştir. Sistemin hatasının faturası hekimlere kesilemez. Bu sistemde her hekim şu anda olduğu gibi çalışmak zorundadır. Sistem bu nedenle artacak tıbbi uygulamalarda kendi sorumluluğunu maskelemek içi malpraktis (kötü tıp uygulaması) yasasını çıkarmış ve faturayı hekime kesmeyi hedeflemiştir.
Tıbbi Teknoloji-İlaç
Yurtdışından ithal edilen, ileri teknolojik aygıtlarla ilgili olarak ciddi bilimsel bir planlama yapılmalı, ülkemizin gereksiz bir teknoloji çöplüğüne dönüşmesi önlenmelidir. Kamu tarafından bir teknoloji ve ilaç sanayi kurulması değerlendirilmelidir. Ulusal aşı üretim merkezi hedeflenmeli ve öncelik tanınmalıdır.
Ülkemiz zaten bir gereksiz teknoloji çöplüğüne dönüşmüştür. Tıbbi kartelin sağlık hizmeti anlayışı devam edecekse bunu engellemek mümkün değildir. Kamucu bir sağlık düzeni için sorun uluslararası tekellerin ürettiği tıbbi cihaz, malzeme ve sarf malzemesi için yaratılan bu pazardan kurtulma sorunudur. Bunun için yapılması gerekenler:
1. Tıbbi cihaz ve malzeme ithalinin tamamen devletin kontrolüne verilmesi; her isteyenin istediği cihaz ve malzemeyi ithal edememesi gerekir.
2. Bu malzemelerin yerli üretimi teşvik edilmeli. Mümkünse ilaçlar ve bu tür tıbbi cihaz , malzeme ve sarf malzemesi devlet kontrolünde üretilmelidir. Ayrıca kullanılan ilaç, tıbbi cihaz malzeme ve sarf malzemeleri gözden geçirilerek, tedavi anlamında anlamı ve yararı olmayan sadece ticari amaçla kullandırılan bu tür ilaç, cihaz ve malzemelere sınırlandırma getirilmelidir.
3. Bu teknolojilerin gereksiz kullanılması ile hastalar zarar görmektedir. Tomografilerle , sintigrafilerde 300-400 akciğer filmi kadar radyasyon verilebilirken, tarama amacı ile yapılan mamografilerle kişilerin kansere yakalanma olasılığı arttırılmaktadır. Hastaneler gelen her hastadan tomografi, MR'lar ve diğer tetkikleri istemektedir. Toplumun tekrar tekrar tomografi taramasından geçirilmesi önlenmelidir. Mevcut tomografi merkezleri azaltılmalı, hastanelerde özel şirketlerin bu tür merkezler açması engellenmelidir.
Tıp Eğitimi
Mezuniyet öncesi tıp eğitimi müfredatı ülkenin sağlık sorunlarını önceleyen ve bilen, ihtiyaca uygun bir içerikle gözden geçirilmeli ve topluma dayalı, problem çözmeye yönelik eğitim yöntemleriyle yürütülmelidir.
Gereksiz nitelik tartışmalarına ve kaynak israfına yol açan planlamadan yoksun tıp fakültesi açılması politikası sonlandırılmalıdır. Mevcut tıp fakülteleri ihtiyaca uygunlukları ve her türlü donanımları açısından gözden geçirilmeli, uygun olmayanların eğitim vermeleri değerlendirilmelidir.
Tıp fakültelerinin eğitim araştırma bölgeleri açılmalıdır.
Mezuniyet sonrası eğitimde, mezuniyet sonrası eğitimin asgari çerçevesini standardize edecek ve niteliği artıracak düzenlemeler hayata geçirilmelidir.
Tıp eğitiminde sürekli eğitimin önemi herkesçe kabul edilerek bu alanda meslek örgütünün yaptırımcı ve düzenleyici olması anlamında ilgili kurumlar kolaylaştırıcı bir işlev üstlenmelidir.
Tıp eğitimi üzerine söylenecek çok fazla şey vardır. Şu anda tıp fakültelerinden uluslar arası tıp kartelinin ürettiği ürünlerin pazarlamacılığını yapan ve kullanan, hastalık ve sağlık kavramlarından habersiz, hatta bu konularda bihaber cahil kimseler yetiştirilmektedir.
Bu şekilde mezun olan hekimleri, ilaç firmaları ve onların temsilcileri komisyon, hediye, yemek, kongre, tatil gibi yöntemlerle eğitmektedir. Bu nedenle tıp eğitimi tamamen yeniden düzenlenmeli, hastalık ve tedavi şekilleri dahi yeniden tanımlanmalıdır. Hem müfredat hem de okutulan bilgiler yukarıdaki unsurlardan ayıklanarak tamamen yeniden yazılmalıdır. Emperyalist batının dayattığı tıp anlayışı bilimsel şüphecilik ve gerçekçi bir hastalık ve sağlık tanımlaması açısından eleştirilmeli ve yeni bir sentez yapılmalıdır. İnsan ve toplum merkezli bir tıp eğitimi verilmelidir. Bu eğitim, şu anda olduğu gibi ilaç ve tıbbi malzeme ve cihaz kullanmaya koşullandırılmış hekimler yaratmamalıdır. Türkiye'deki tıp fakülteleri AB veya ABD için hekim yetiştirmemeli ve bunu hedeflememelidir. İngilizce tıp fakülteleri kapatılmalıdır. Hekimlere İngilizce yerine Türkçe öğretilmeli tıbbi deyim ve isimler herkesin kolayca anlayabilmesi için Türkçeleştirilmelidir. Diğer taraftan halk da sağlık hizmeti, hastalık ve tedavi gibi konularda bilinçlendirilerek, müşteri olmaktan çıkarılmalıdır. Şu anda gereğinden fazla tıp, diş hekimliği ve eczacılık fakültesi mevcuttur. Bunlar azaltılmalıdır.
Demokratikleşme
Türkiye sağlık ortamı -kurumlar düzeyinde ve çalışanlar için- demokratikleştirilmelidir. Sağlık çalışanlarına grevli toplu sözleşmeli sendikal hak tanınmalıdır.
Çalışanların özlük hakları ve çalışanların sağlığı boyutunda düzenlemeler yapılmalıdır.
Kamu sağlık kurumlarında baskı, rotasyon, sürgün, angarya gibi uygulamalara son verilmelidir.
Toplum Katılımı
224 sayılı yasada öngörülen sağlık ocakları düzeyinde toplum katılımına olanak sağlayan sağlık kurulları çalıştırılmalı ve yine aynı yasada belirtilen genel kurul en kısa sürede -bir ilk adım olarak- toplanmalıdır.
Yukarıdaki hakların kağıt üzerinde tanınması uzun vadede hiç kimsenin sorunlarını çözemeyecektir. Tekelci ve kapitalist anlayışla düzenlenen bir sağlık sisteminde demokratikleşme mümkün olmadığı gibi bu alanda da "faşizm" söz konusudur. Sistemin yaptığı hiçbir işi eleştiremezsiniz. Meselâ, Kolesterol ölçtürmenin, ilaçlarını kullanmanın, kemik erimesi hastalığı ve tedavilerinin, durmadan meme filmi çektirmenin saçmalığını kimseye anlatamazsınız. Herkes bu safsatalara bir dine inanır gibi inanmaktadır. Fakültelerde bu bilgiler ayet gibi ezberletilmekte ve hiç düşünmeden ve mantık ve eleştiri süzgecinden geçirilmeden bunlara inanılmaktadır. Bu kişiler öyle eğitilmişlerdir ki öğrendikler bu saçmalıkların yanlış olabileceğini bile düşünememektedirler. Çoğu kişi bu ortamda bazı demokratik haklar kazanmayı veya ücretinin biraz artmasını kazanç gibi görmektedir.
Zaten sistem Sağlık Bakanlığı'nın sağlık hizmeti vermediği tam bir özelleştirme ve taşeronlaştırmaya doğru gitmektedir. Özel kuruluşlarda da bu tür örgütlenme ve sendikalaşmanın kağıt üzerinde kalacağı açıktır. Özelleştirmeyi kavrayamayan ve hatta destekleyen Türk-İş, Disk gibi sendikaların geldiği durum ortadadır. Bu sendikalardan bugün kimse artık korkmamaktadır. Kendi kendilerini satmışlar ve yok etmişlerdir. Performans zokası ile boğazından sisteme bağlanmış hekim kitlesi maalesef sistemi kayıtsız şartsız desteklemeye mecburdur. Kendi kendisine yabancılaştırılmış bu kitle, kendi aleyhine dahi olsa son ana kadar tercihini sistem lehine kullanacaktır. Sistem tamamen çökmeden kimse duruşunu değiştirmeyi düşünmemektedir. Vaziyet böyle görünüyor.
SAĞLIKTA TASARRUF OLUR MU OLMAZ MI?
Bu, sağlık hizmetlerinden ne anladığımıza bağlıdır. Günümüzde tıp ve tıbbi uygulamalar, kısaca adına sağlık piyasası da dediğimiz insan sağlığı üzerinden veya bunu bahane ederek kazanç sağlama alanına dönüşmüştür. Bu tıp anlayışı yani teorisi ve uygulaması kısaca tıp karteli (medikal kartel) olarak da isimlendirilen uluslar arası ilaç, tıbbi cihaz, malzeme, sarf malzemesi ve özellikle ilaç ve biyomedikal ürün (bunlara big pharma veya ilaç devleri de deniyor) üreten uluslararası firmalar ve uluslar arası sağlık sigortacılığı şirketleri tarafından belirlenmektedir. Hastaneler ve diğer sağlık kuruluşları bu kartelin belirlediği işleri topluma uygulamakla görevlidirler.
Bu nedenle olabildiğince şişirilmiş bir sağlık piyasası mevcuttur. Bu yapılan işlere "sağlık hizmeti" demek veya "standart sağlık hizmeti" olarak kabul etmek mümkün olmadığı gibi, bu tür hizmetlerin kişilere ve hastalara da bir yararı yoktur. Bu şekilde bir talan ve soygun hırsıyla işletilen "sağlık piyasası"nın (sağlık hizmeti diyemiyorum), harcamalarının tavan yapacağı ve hiçbir devletin bu tür savurgan bir harcamaya sonuna kadar dayanamayacağı açıktır. Bu nedenle orta yerde bir savurganlık, ve herkesin kafasına göre uyguladığı bir sağlık teknolojisi varsa bunun kaçınılmaz sonucu denizin bittiği yerde artan harcamalara bir sınırlandırma getirilmesidir. Bu sınırlandırmalar yapılan işleri yasaklamaktan çok vatandaşın kesesinden yapılan harcamaları (prim ve katkı paylarının arttırılması gibi) arttırmaya yönelik olacaktır.
Ekonomide genel kural yapılan harcamaların, toplanan prim miktarına (gelir) denkliğidir. Eğer yaptığınız harcamalar gelirinizden fazla ise bu durumda ister istemez bir sınırlama olacaktır.
Bu nedenle "sağlıkta tasarruf olmaz veya reçeteme dokunma" sloganları gerçekçi değildir. Sağlık harcamalarının vergilerden karşılanmasını, ücretsiz olmasını kabul ederken, diğer taraftan sağlık hizmeti adı altında yabancı tekellere kazanç sağlayan sağlık harcamalarını olabildiğince arttıran düzene muhalefet etmemek tutarsızlıktır. Mevcut sistemde bir kısıtlama getirilmezse ülke bütçeleri bile sağlık harcamalarını karşılamakta yetersiz kalır. Hekimlere ilaçların nasıl promosyon ve taktiklerle yazdırıldığı basına bir çok olay vesilesi ile yansımış bir olaydır. Hastanelerin nelerle uğraştığını, ne gibi ilaçların kullandırıldığını anlamak için hastanelerde tedavi gören hastaların faturalarına ve reçetelerine bakmak yeterlidir. Bu şekilde hastanelerin, gelirlerini arttırmak için ne gibi taktik ve hilelere başvurduğu ve nelerle uğraştığı kolaylıkla görülecektir. Tabii ki görmek istiyorsanız...
SONUÇ
TTB ülkemizdeki sağlık sorunlarının temelindeki bozukluğu görmemekte ve bunun bir sistem sorunu olduğunu tespit etmemektedir. Bu nedenle TTB politikaları, AKP'nin geliştirdiği politikalara sağlam bir alternatif oluşturamadığı gibi bazı alanlarda sanki onunla aynı paralelde imiş gibi bile görünebilmektedir. Sorunların belirli bir bütçe ayrılarak ve bazı şekilsel düzenlemeler yapılarak halledilebileceği sanılmaktadır. Ayrıca kullanılan sloganlar soyut ve her işitenin kendi kafasına göre içini dolduracağı lâflardır. Artık yeni şeyler söylemenin zamanıdır. Bu gün geldiğimiz noktada Sağlıkta Dönüşüm politikaların anlaşılması son derece kolaydır. AKP'nin demiyorum, çünkü bu politikaları bütün partiler aynen savunmuştur ve halen savunmaktadırlar. Parti ve sendikalardan da ciddi bir muhalefet yoktur. Herkes yapılan işleri onaylamaktadırlar.
TTB'ye ve hekimlere düşen mevcut sağlık sistemini iyice çözümleyerek sistem (düzen) karşısında kendi yerini tam olarak belirlemektir. TTB bu konuda bir çalışma ve tartışma başlatmalıdır. Gelecekte sağlık alanında görülebilecek olumsuzluk ve sorunlardan herkes kendisinin de bir derece sorumlu olacağını, bu sonuca toplumun her kesiminin az veya çok katkıları ile gelindiği unutulmamalıdır.
(*) Bu eleştiri, TTB'nin "Ne istiyoruz." isimli yazısı temel alınarak TTB siyasetine katkı sağlamak amacı ile yazılmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
GATS ANLAŞMASI KAPSAMINDA BULUNAN HİZMET SEKTÖRLERİNİN SINIFLANDIRILMIŞ LİSTESİ
GATS ANLAŞMASI KAPSAMINDA BULUNAN HİZMET SEKTÖRLERİNİN SINIFLANDIRILMIŞ LİSTESİ Çeviri: Selim Yılmaz Aşağıdaki sınıflandırma 1994...
-
SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROJESİNİN EN KISA ANLATIMI ve SONUÇ: " İnsan sağlığı piyasanın vahşi koşullarına terkedildi." Proje giriş bölü...
-
Genetic changes after Caesarean section may explain increased risk of developing disease June 29th, 2009 (PhysOrg.com) -- Researchers at Ka...
-
"Bu haberden sonra Çin'e sosyalist veya halk cumhuriyeti mi diyeceğiz? DÜNYA 5 Mayıs 2009 Çin’de halka ‘sigara iç’ emri Çin’in Hu...