TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ 55. OLAĞANÜSTÜ BÜYÜK KONGRESİ KARARLARI ELEŞTİRİSİ
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ55. OLAĞANÜSTÜ BÜYÜK KONGRESİ KARARLARI ÜZERİNEÇÖZÜMLEME VE ELEŞTİRİ
(18-19 Kasım 2006, Ankara)
TTB Büyük Kongresi kararlarına baktığımız zaman kongrenin ülkemizdeki temel sağlık sorunlarını ve başta Sağlıkta Dönüşüm Projesini kavramadığını veya bilerek yer yer bunu desteklediğini görmekteyiz. Bu kararlar üzerindeki çözümleme ve eleştiriler, kararları alan kişi ve grupları eleştirmekten çok tabip odaları ve üyelerinin mevcut durumu daha sağlıklı bir şekilde görmelerini ve duruşlarını ona göre belirlemelerini sağlamak ve tarihe not düşmek içindir. Bazen kararlara katılan grupların desteğini sağlamak için birbiri ile çelişen kararlar bile alınmıştır.
DÖNER SERMAYE UYGULAMASI
10)Kamuda çalışan hekimlerin döner sermaye vb. adlar altında aldıkları ödemelerin emeklilik ücretine yansıtılması konusunda çalışma yürütülmesi için TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
TTB bir yandan sağlıkta dönüşüm programına karşı çıkarken diğer taraftan bir çok yerde bu uygulamaları görmezlikten gelmekte veya bazı uygulamalarını savunurken zımnen sahip çıkar bir duruma girmektedir. TTB önce sağlıkta dönüşüm programı konusunda kesin tavrını belirlemelidir. SDP uluslar arası tıp kartelinin belirlediği bir sağlık düzeni ve anlayışını savunmaktadır. Kamuda çalışan hekimlere, hastaneye kazanç sağlayan her türlü işlemden komisyon vermek olarak isimlendirebileceğimiz döner sermaye uygulaması hastaların ve sigorta sisteminin aleyhine olarak gereksiz işlemlerin (gereksiz yatış, tahlil, kontrol, konsültasyon, girişim, ilaç kullanma ve hasta sevki) artmasına yol açarak tıbbi piyasanın şişmesine, hastaların daha fazla süre hastanelerde tutulmasına ve işten uzaklaşmasına vb. neden olmaktadır. Bu, özünde bir tüketim ve pazarlama performansıdır. Mal ve hizmet satan ve bunun miktarını arttırdığınız oranda çalışanlara prim veren sistemlerde (ticaret ve endüstrilerde) bu anlayış geçerlidir. Nitekim ilaç firmaları da temsilcilerine (reprezantör) kendi ilaçlarının satış cirolarına göre ücret ve prim vermektedir. Performans adı altındaki döner sermaye uygulaması böyle bir prim sistemidir. Diğer taraftan ilaç ve tıbbi cihaz, malzeme satan firmalar da ilacını veya cihazını yazdırmak için çoğu zaman hekime de prim vermektedir. Düzen böyle işlemektedir. Sağlık hizmetlerinde esas sağlık hizmeti adı altında yapılan harcamaların ve hasta sayısının arttırılması değil azaltılması olmalıdır. Sağlık Bakanı SDP ile hastanelerin hasta sayılarının arttığından bahsetmekte ve bunu bir başarı olarak takdim etmektedir. Sağlık hizmetinin amacı hasta nüfusu değil sağlıklı nüfusu arttırmaktır. Nitekim hastanelerin yaptığı bu yüksek ciro ve teşvik edilen harcamalarla toplanan paraların önemli bir kısmı doğrudan uluslararası medikal kartele akmaktadır. Kısaca sistem onlara çalışmaktadır.
Bu uygulama sonucunda hasta olan veya hasta olmadığı halde hastanelere başvuran kişi sayısı artmış, gereksiz ilaç, tıbbi malzeme ve cihaz kullanmada bir patlama yaşanmış ve bu kalemlere ait giderler tavan yapmıştır. Diğer taraftan bu performans rüşveti, proje tamamlandığında sokağa bırakılacak hekim kitlesinin SDP çerçevesinde alınan karar ve uygulamalara sıcak bakmasına ve yeterli muhalefet yapmamasına neden olmuştur. Performans uygulanmasını savunanlar için böyle bir uygulamayı savunmanın gelecekte bir utanç belgesi olacağı unutulmamalı ve tabip odaları ve TTB tutumunu buna göre belirlemelidir. Performansı savunan bu ifadeler maalesef büyük kongre kararlarına geçmiştir. Performans uygulaması savunulacağı yerde, hekimlere daha iyi ücret verilmesi, çalıştıkları bölge ve yerleşim yerlerine göre mahrumiyet zamları verilmesi ve tedavi sonuçlarının başarılı olduğu, iyileşme sürelerinin kısaldığı, komplikasyonların ve ölüm oranlarının (azaldığı), kaza ve sakatlıkların en aza indiği ve rasyonel ilaç ve malzeme kullandığı gibi ölçütlerle hekimlere ek ücret ve tazminat verilmesi gibi taleplerin savunulması gerekirdi.
Sağlıkta Dönüşüm Projesi neticede bütün unsurları ile DTÖ, İMF, Dünya Bankası gibi uluslar arası sömürgeciliğin icra organları tarafından dayatılan ve yürütülen bir proje olduğu için, ABD ve AB tarafından da desteklenmektedir. Her konuda sömürgeci proje ve uygulamaları savunan bu kuruluş ve devletlerin sağlıkta kamucu ve insan merkezli bir sağlık sistemini savunmasını düşünmek imkânsızdır. Zaten projenin amacı sağlık piyasası (sağlık hizmeti değil) ve sağlık sigortacılığını uluslar arası sermayeye açmak ve vatandaşın sağlık için yapacağı giderleri en fazla oranda arttırarak tıp karteline kazanç sağlamak ve genel sağlık sigortacılığı ve özel sigortalar vasıtası ile bu giderleri karşılayacak finansman yaratmaktır.
Performans uygulamasının zararlarını tekrar özetleyelim:
1. Hastalara hastalıkları ve tedavileri için gerektiğinin çok üstünde ve abartılı olarak, tüm harcama kalemlerinde ve gereksiz işlemlerde artış (tetkik, tahlil, görüntüleme ve endoskopik işlemler, yatış, girişim ve ameliyat, ilaç, tıbbi malzeme, sarf malzemesi ve cihaz kullanılması, uzun yatış, takip ve sık kontrol gibi) .
2. Hastalar açısından: gereksiz ve uzun yatış; sık kontrol, gereksiz işlemlerden dolayı işten uzak kalma, iatrojenik yaralanma ve kazalara maruz kalma ve bu nedenlerle artmış komplikasyon, ölüm ve sakatlık oranları. Bu uygulama insan sağlığı açısından ve tıp ahlakı bakımından uygun değildir.
3. Hasta başına tedavi maliyetinin artması ve hastanelerin para kazanma merkezli çalışan ticari birimlere dönüşmesi ve hastanelerde vahşi kapitalizm ilkelerinin uygulanması. Bu hastanelerin adının Devlet veya Üniversite hastanesi olması bir şeyi değiştirmez. Sözde devletin olan bu hastanelerde de kamusal bir sağlık hizmeti verilmemektedir. İhraç edilecek muz ve salatalığın boyuna kadar ölçülerini belirleyen küresel güçlerin sağlık hizmetlerini de istedikleri gibi yönlendirdikleri ve yaptırdıkları açıktır.
4. Yapılan işlemlerle (ilaç, tıbbi malzeme, cihaz, sarf malzemesi gibi) kalemlerde yapılan harcamalarla elde edilen gelirin büyük bir kısmının uluslar arası kartele akıtılması ve bu kartele iyi bir pazar ve müşteri yaratılmasıdır.
5. Bu uygulama kötü tıbbi uygulamaları (malpraktis) ödüllendirmekte ve hekimleri bu şekilde (hastalara zarar verecek şekilde) çalışmaya teşvik etmektedir. Sistem kötü uygulamayı da kişiselleştirerek olumsuzlukların faturasını da hekime kesmektedir.
TTB Büyük Kongresi bununla yetinmeyip bu ücretlerin emekliliğe de
yansıtılmasını istemektedir. Bu paraların tek tek kalemlerin komisyonlarının toplanmasından ibaret olduğu unutulmaktadır. Emekli olduktan sonra hekim hangi faaliyeti ile hastanelerin kazancını arttıracaktır ve böyle bir paraya hak kazanacaktır? Performans ücreti yakacak yardımı gibi bir maaş zammı değildir!
Büyük kongre Sağlıkta Dönüşümün hastaneler ve hastalar üzerinde bu kadar büyük ve yıkıcı etkileri varken sadece performans üzerinde durması ve bunu savunması anlamlı olup not edilmesi gerekmektedir.
Hukukun bir gün gelip herkese lâzım olacağı gibi, sağlık hizmetinin de hekim de olsa herkese bir gün lâzım olacağı unutulmamalıdır. Bir sistem hekimlere ayrı işlemez. Hekimin kendisi hastalandığında da hastanelerde onu tedavi eden hekim bu performans anlayışına göre onu tedavi edecektir. Düzen kimseye ayrıcalıklı davranmaz.
Bir de şöyle bir mazeret ileri sürülüyor:
Tamam! Ama bu uygulamadan hekimler memnun; biz buna karşı çıkarsak hekim kitlesini karşımıza almıyor muyuz?
Performans uygulaması hekimlerin kendi icat ettikleri ve kendi başlarına uyguladıkları bir uygulama değildir. Hekim kitlesinin büyük bir çoğunluğunun bugün aldatılmış olması ve bu performans rüşvetine kanması, bizim bu uygulamaları eleştirmemize engel değildir. Hekimler bugün değilse bile yarın gerçeği göreceklerdir. Hekimler toplum dışında yaşamıyorlar. Hekim olmayan aile fertleri, akrabaları, yakınları ve dostları vardır. Sistem hem kendilerine hem de onlara da aynen uygulanacaktır. Mevcut uygulamalar karşısında hekimler medikal kartelin sağlık pazarlamacıları mı yoksa hekim mi olacaklarını bir kez daha düşünmeli ve ona göre karar vermelidirler.
Bilindiği gibi emperyalist ülkeler ve bunların icra organlarının en iyi bildiği şeylerin başında yönetmek gelir. Bunlar kendi çıkarları için yaptıkları projeleri uygularken sömürdükleri ülke halkının da büyük bir kısmını yanlarına çekerler ve kendi mücadeleleri için onları savaştırırlar. Onların çıkarlarını savunan ve bu uğurda savaşan kişiler aslında sömürgecilerin (ABD, AB ve bunların icra organları olan medikal kartel, İMF, DB gibi) davasını savunurken kendi çıkarları için savaştıklarını sanırlar.
Madde 12- TTB-UDEK Yürütme Kurulu’nun görevleri:
a. Uzmanlık eğitimi ve uzmanlık uygulaması konusunda TTB, ATUB, Sağlık Bakanlığı, YÖK ile ilişkileri yürütmek,
b. TTB Merkez Konseyi’ne her yıl çalışma raporu vermek,
c. Uzmanlık eğitimi ve diğer etkinlikleri değerlendirmek, Genel Kurul üyelerini ve dernekleri bilgilendirmek.
d. TTB-UDEK Genel Kurul kararlarını uygulamak ve bu amaçla üyeler arasında eşgüdüm sağlamak.
Türkiye’de TTB ve Tabip Odaları’nın hekim hakları ile ilgilenmediği için geniş hekim kitleleri tarafından bir yandan eleştirilirken diğer taraftan da hekimlerin uzmanlık alanlarına göre veya başka adlar altında yaygın bir şekilde örgütlenmeye gittiği görülmektedir. Burada, TTB-UDKK, Tıpta Uzmanlık Tüzüğü’nde bulunan uzmanlık alanlarının temsilcilerini, bir çatı altında toplayarak, uzmanlık eğitiminde özgün ulusal modelin geliştirilmesini, korunmasını ve üyesi olduğu UEMS (Avrupa Uzmanlar Birliği) ile uyumlu hale gelmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bu uygulama AB’nin Avrupa Müktesebatı’nı (Avrupa’nın hukuk ve diğer mevzuat ve standartları) Türkiye’ye kabul ettirme mücadelesinin tıptaki bir uzantısı durumundadır.
AB’nin genel amaçlarına uygun olarak (devletin ve resmi kurumların tasfiyesi, yönetimin dernek benzeri kuruluşlara verilmesi) Sağlık Bakanlığı ve YÖK’ün devre dışı bırakılması ile devletin dışında “yarı resmi” bir organ sıfatı ile bu derneklerin örgütlenerek daha sonra uzmanlık eğitiminin sivilleştirilmesi gibi amaçlardan bahsedilmektedir. Tabi ki bu proje anlamsız ve uzun vadeli bir proje olması yanında neticede AB’nin dümen suyuna girilmesi ile Türk Sağlık Sistemi’nin AB’ye uydurulmasının bir unsuru haline dönüşmektedir. Her şeyden önce böyle bir proje Türkiye Cumhuriyeti’nin AB ile bütünleşebileceği durumlarda söz konusudur. Bunun böyle olamayacağı AB üyesi ülke liderlerinin açıklamaları ve Türkiye’ye tavsiye edilen rol ile açıktır. Bu durumun adı, ayrıcalıklı üyelik adı altında Porto Rico gibi, AB mandası altında AB’nin yönetim organları, yasaları ve mevzuatı ile yönetilen, fakat yönetime doğrudan katılmayan tam bağımlı sömürge olmaktır. AB ülkeleri daima TC’nin AB’ye üyeliğine karşı çıkarken, hiçbir AB ülkesi bu şekilde (hukuken bağlı fakat hiç bir karar alma oranında bulunmadan bağlanma) AB’ye bağlanmamıza karşı çıkmamaktadır. Hatta Türkiye AB'den ayrılmak istese bile AB, Türkiye'nn AB'den ayrılmasına izin vermeyeceklerinden bahsetmektedirler. Bir takım geri zekâlılar da bu ifadeleri AB her şeye rağmen bizi seviyor, bizden vazgeçemiyor; demek ki eninde sonunda bizi alacaklar diye yorumlamakta, tatlı rüyalar görmektedir. Bu gidişle bir yandan hükümet ve diğer yandan TTB'nin bu yönde faaliyetleri ile sadece sağlık sisteminin değil tıp eğitimi, diploma ve tıbbi sertifikalar konusunda da AB'ye bağlanmamız kaçınılmazdır. Bunlar da TTB vasıtası ile Türk Tıp Eğitimi, diploma ve sertifikalarının UEMS (Avrupa Uzmanlar Birliği) ile uyumlu hale getirilmesi adı altında AB'ye bağlanması anlamına gelmektedir.
Hekimler AB’de de geçerli sertifika ve diploma alarak AB ülkelerinde çalışarak para kazanacaklarını umarken, zaten serbest dolaşımın hiçbir şekilde mümkün olmaması nedeniyle Türk hekimleri AB’de iş bulamayacak, aldıkları diploma ve uzmanlık belgelerinin de geçerlilikleri, vizeleri gibi işlemler de AB tarafından yapılmaya başlayacaktır.
Diğer taraftan bu uzmanlık dernekleri hekimlik çalışmalarında yozlaşma ve uluslar arası kartelin hekim kitlesi üzerinde etki ve hakimiyetini arttırmasına katkı sağlamaktadırlar. Bu dernekler kartele mensup firmaların desteklediği lüks otel ve tatil köylerinde bir yandan tatil yaparken diğer yandan onların ürünlerini kullanmak ve uygulamak doğrultusunda eğitilmektedirler. Bu tatlı komisyonlar hekimlerin bilimsel, eleştirel ve tarafsız düşünmelerini etkilemektedirler. Sağlık piyasasının uluslar arası sermayeye kontrolsüz olarak açıldığı ve her türlü tıbbi ürün ve ilacın kontrolsüz ve serbestçe bu piyasaya girdiği, satıldığı ve kullandırıldığı bu durumda derneklerin görevi ve etkisi daha da önem kazanmaktadır.
Bu nedenle Tabip Odaları’nın toplantılarına çok az hekim katılırken, bu derneklerin toplantılarına bir çok hekim katılmaktadır. Ayrıca TTB ve Tabip Odaları’nın da kartele mensup ilaç firmaları ve diğer acentaların desteklediği toplantılar yapmaması ve bunlardan katkı dilemesi ahlaki yönden eleştirilmesi gerekli bir durumdur.
Hekimlerin sağlık sorunları ile ilgilenmeleri ve görüş geliştirmeleri için gerekli tek organ tabip odalarıdır. Uzmanlık branşları üye oldukları tabip odaları çerçevesinde oda içi örgütlenmeye gidebilirler ve oda çerçevesinde çalışmaya katılabilirler. Bunun dışındaki örgütlerle tabip odalarının resmi ilişkiye girmesi veya eşgüdüm kurulları oluşturması anlamsız ve gereksizdir.
Bir konuda görüş veya siyaset geliştirme başka başkaları tarafından verilen eğitimin kontrolünün kendisine verilmesini isteme olayı başkadır. Eğitim YÖK veya Sağlık Bakanlığı tarafından veriliyorsa eğitim şeklini şüphesiz onlar belirleyeceklerdir. Dünyanın hiçbir ülkesinde tıp eğitimi tabip odaları tarafından düzenlenmez. TTB sadece eğitimle ilişkili görüş ve önerilerini ilgili mercilere iletebilir; bu konuda çalışma yapabilir. Şu anda Türkiye'de verilen tıp eğitiminin tamamen kartelin programına göre yürütüldüğü ve bu eğitimden geçen kişilere hastalıklar dahil kartelin ürünlerinin pazarlamacılığı dışında bir rol verilmediği açıktır.
TTB’nün örtülü olarak bu ve benzeri konularda AB ile ilişkilere girmesi AB ve küresel siyasetlerle uyum içinde yürütülen SDP’ne muhalefet noktasında TTB'nin güvenilirliğini yitirmesine neden olmaktadır. Bu ayrıca bütün hekimlerin üzerinde düşünmesi ve karar vermesi gereken bir husustur.
16)Aile Doktorluğu ve Genel Sağlık Sigortası uygulaması ile hekimlik yetkilerinde ciddi sınırlamalar ortaya çıkabilecek olan kurum hekimi, işyeri hekimi, vb. hekimlerin, kazanılmış haklarının korunması için gerekli çalışmaları yapmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oyçokluğuyla kabul edildi.
Bu gün hekimlik, hekimlerin kendi başlarına, kendi vicdan ve tarafsız değerlendirmelerine göre yaptıkları bir iş değildir. GSS uygulamaları ile sadece eski bazı uygulamalar değil, sağlık ve sigorta sistemi bütünü ile değiştirilmekte ve bir sağlık piyasasına dönüştürülmektedir. Burada bazı mevzilerin korunması veya savunulması söz konusu değildir. Zaten savunulacak bir mevzi de kalmamıştır. Sisteme esastan karşı çıkmak gerekir.
18)Bütçe Uygulama Talimatı vb. hukuksal düzenlemelerle sağlık hizmetlerinde bilimsel ölçütlere dayanmayan her türden kısıtlamaların derhal durdurularak, üniversitelerin, uzmanlık derneklerinin ve Türk Tabipleri Birliği’nin de içinde olduğu bilimsel bir kurul tarafından belirlenmesi için girişimlerde bulunmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
TTB BK delegeleri şu anda uygulanmakta olan sistemi hiç anlamamıştır. Önce şunu vurgulamak gerekir ki, bugün sağlık hizmetleri zaten bilimsel ölçütlere göre değil piyasanın yönlendirilmesine ve ihtiyaçlarına göre verilmektedir. Hekimler bu süreçte kendilerine verilen görevleri yapmakta, kendi başlarına ve bildikleri gibi hekimlik yapmamaktadırlar. Mevcut düzen içinde hastane çalışmaları ve "Bütçe Uygulama Talimatı" nedir? Bunları açıklama ihtiyacı vardır. BUT, sosyal güvenlik kurulunca tedavi edilecek ve karşılığı ödenecek sağlık hizmetleri, hastalık, tedavi ve girişimlerinin isimleri ile paket (her şey içinde) veya paket olmayan (işlem başına ücret=fee for service) fiyatlarını kapsamakta olup medikal kartelin istekleri doğrultusunda hastalara bir faydası olmayan, uydurulmuş veya tartışmalı bir çok girişim, işlem ve tedavi buralara yerleştirilmiştir. Bu şekilde neticede bir çerçeve belirlenmiştir. Hastaneler bu kitaptaki ücret ve işlem kodları üzerinde zekâ ve yaratıcılıklarını kullanarak elde edebilecekleri kazançları kitabına uygun bir şekilde arttırabilmektedirler. Tıp bilimi artık bu BUT’na göre gelir ve kârı arttırma bilimi haline dönüşmüştür. BÜT’nı, ABD ve AB ülkelerindeki örneklerine göre üniversitelerden seçilen bir heyet hazırlamaktadır. Bu ülkelerdeki uygulamaya benzemektedir. Zaten dönüşüm amacı bu benzetmeyi sağlamaktır. BUT, mevcut sağlık sistemi ve anlayışına uygun olup bunun farklı bir şekilde hazırlanması ile hiçbir sorun çözülmez. TTB BK kararlarında bir yandan sağlıkta dönüşüme sözde karşı çıkılırken diğer taraftan bu sistemin unsurları üzerinde yapılacak tadilat ve düzenlemelerle sorunların (hangi sorunlar?) düzelebileceğinden bahsedilmektedir. Bu BUT’ına yapılan itirazların nedeni, buradaki ücretlerin çok düşük olması ve ne kadar göstermelik olursa olsun burada konulan ölçütlerin neticede göstermelik de olsa bir denetim hakkı ve imkânı vermesidir. Ticari işletme haline gelen hastaneler, “kendilerinde sağlık hizmeti olarak” tanımlanan her türlü hizmetin fatura tutarı ne olursa olsun sorgulanmadan ve denetlenmeden ödenmesini istemektedirler. Bunlar yaptıkları çoğu pahalı işlemlerin yapılıp yapılmadığı konusunda işlemlerin belgelendirilmesinin istenmesinden bile rahatsız olmaktadırlar. Nitekim SSK’nın Sağlık Bakanlığı ile yapmış olduğu hizmet protokolünde yapılan hizmetlerle ilgili faturaların eklerinde HİÇ BİR BELGENİN İSTENMEYECEĞİ KOŞULU özellikle vurgulanmaktadır. Bağ-Kur, Emekli Sandığı ve Yeşil Kart’ta hiçbir denetim yapılmazken, SSK’da göstermelik bir denetim birimi vardır. SSK tarafından bu tür denetimlerin nasıl yapılacağı konusunda hiç bir ölçü ve denetim tarzı geliştirilmediği için, olması gerekenin 5-10 katı şişirilmiş bu faturalardan ancak cüzi, göstermelik kesintiler yapılabilmektedir. Bunların dahi yapılmaması ve gönderilen faturaların hiç incelenmeden ödenmesi için çalışanlara her türlü baskılar yapılmaktadır. Kısaca yeni getirilen düzende bu rahatsızlık konusu denetimlerin de göstermelik olduğu kolayca anlaşılacaktır. Hastanelere ve eczanelere ödemelerde güçlükler ve gecikmeler, denetimlerden değil ödenecek paranın temin edilmesindeki güçlüklere bağlıdır.
19)Kamuda çalışan hekimlerin tayin, nakil ve atamalarının siyasi iradeden bağımsız olarak Türk Tabipleri Birliği’nin de içinde bulunduğu bir kurul aracılığıyla yapılmasını sağlamak için, gerekli çalışmaları yapmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Bilindiği gibi SDP ile Sağlık Bakanlığı sağlık hizmeti veren bir kurum olmaktan çıkacaktır. Sürecin sonunda kamuda çalışan hekim filân da kalmayacaktır. Hastanelerin özelleştirilmesi veya özelleştirilmeyecek derecede kârlı olmayan işletmelerin de belediyelere ve yerel yönetimlere devri söz konusu olacaktır. Siyasi irade bu öneri karşısında gayet açıklıkla "Evet biz de sizin gibi düşünüyoruz. Hastanelerin özel şirketlere devri ile tayinlerde siyasi irade ve kişilerin etkileri zaten yok olacaktır... Biz de neticede bunu yapmaya çalışıyoruz." diyebilirler. TTB'nin bu isteğinin gerçekleşmesi için ortada bir "kamu" bulunmalıdır. Getirilen düzende artık kamu hastaneciliği kalmayacaktır. Ayrıca ister özel ister kamu olsun hiçbir kuruluş kendi işlettiği birimlere olan tayinleri kendi dışındaki bir kuruluşa yaptırtmaz. Böyle bir talebi de kabul etmez. Dünyada bunun örneği yoktur. Bunun olabilmesi için TTB'nin bu kuruluşları satın alması gerekir!
21)Türk Tabipleri Birliği emeğin serbest dolaşımı ilkesini savunmaktadır. Ancak Hükümet tarafından yabancı uyruklu hekimlerin ülkemizde istihdamına olanak sağlayan hukuksal çalışmaların karşılıklılık ilkesi gözetilmeksizin yapılması ve asıl olarak hekim emeğinin ucuzlatılması girişimi olması nedeniyle, gerekli hukuksal ve demokratik mücadeleyi sürdürmesi için TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Emeğin serbestçe dolaşımı ilkesi bir AB ilkesidir. Fakat AB içinde dahi bu kural bazı ülkeler için geçerli olup Türkiye için hiçbir zaman geçerli değildir ve olamayacaktır. Çünkü TC, AB' ne girilse dahi emeğin serbestçe dolaşımı hakkından zaten işin başında vazgeçmiştir. Dolayısı ile bu kural tersine ve tek taraflı işleyecek ve AB'nin işsiz hekimleri ve sağlık çalışanları Türkiye'de bu şekilde istihdam alanı bulacaktır. Bu durumda "emeğin serbestçe dolaşımı ilkesi"nin savunulması saçmadır ve gerçekçi değildir. Sorunun bu şekilde ifade edilmesi ile Türkler için hiçbir zaman olmayacak ve tek taraflı çalışacak serbestçe dolaşıma örtülü bir şekilde evet denilmektedir. AB ülkeleri, eğitimini ve ihtisasını AB ülkelerinde sağlayan Türk hekimlerine bile kendi ülkelerinde serbestçe çalışma hakkı vermemekte, Türk hekimler bu ülkelerde çoğunlukla korsan veya gizli çalışmaktadırlar.
22) Sağlıkta Dönüşüm Programı gereği A’dan Z’ye sağlıkla ilgili hizmetlerde değişiklikler yaşamaktayız. Sağlık çalışanları bu politika içerisinde sadece gerekli yaptırımların uygulanması aşamasında görülmekte; bu politikaların üretilmesinde hiç yer almamaktadır.
Döner Sermaye, Personel Dağılım Cetveli, Genel Sağlık Sigortası ve benzeri uygulamalar ile ilgili politikaların netleştirilerek özel bir tavır ya da eylem programlandırılmasına yönlendirilmesi için çalışmaları yapmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi TTB ve hekimler SDP'nde politika üretilmesine katılmamaktadırlar. Ayrıca "Döner Sermaye, Personel Dağılım Cetveli, Genel Sağlık Sigortası ve benzeri uygulamalar ile ilgili net bir politika" da yoktur. TTB, şimdiye kadar SDP ve bunun unsurları olan GSS ve aile hekimliği gibi konularda tavrını açık olarak belirlemeliydi. Bu eleştirinin bir amacı da bu tür politikaların üretilmesine ve anlaşılmasına katkıda bulunmaktır. TTB tepede kendi başına siyasetler belirleyeceğine ve eleştiriler karşısında olumsuz tavır takınacağı yerde, hekim kitlesini bu sorunlarda düşünmeleri ve kendi çözüm önerilerini üretmeleri konusunda cesaretlendirmelidir. SDP bir Türkiye projesi değildir. Bütün ayrıntıları ve unsurları ile dışarıda hazırlanan ve onların görevlendirdikleri denetmenlerce bir plan çerçevesinde yürütülen bir projedir. Ne yazık ki şimdiye kadar buna seyirci kalınmıştır.
23) Birinci Basamak Sağlık Hizmetlerini tahrip eden Aile Doktorluğu uygulamaları ve katılım zorunluluğu olan uyum eğitimlerinin derhal durdurulması için gerekli girişimlerde bulunmak üzere, TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
SDP sadece birinci basamak hizmetlerini değil bütün sağlık hizmetlerini tahrip etmektedir. Aile hekimliği paketin bir parçasıdır. Evet SDP'nin aile hekimliği uygulamalarına karşı çıkılmalıdır. Fakat aslolan SDP'nin tamamına karşı çıkılmasıdır. GSS ve “aile hekimliği” uygulaması İMF’nin üzerinde özellikle vurgu yaparak yaptırtmaya çalıştığı bir uygulamadır. İMF, programda “gecikildiğinden” bahsetmektedir. Demek ki düzenlenen plan çerçevesinde nelerin ne zaman bitirileceğine bile karar verilmiş.
Bu vesile ile şunu da ayrıca belirtmek gerekir ki SDP çok kapsamlı ve unsurlarından birisi olmazsa olmaz bir projedir. Projenin içinden zorlamalarla veya iyi niyetle iyi uygulama parçaları aramak nafile ve yanıltıcıdır. Bazı projelerin algılanması ve değerlendirilmesi konu ile ilgilenmeyenler için çok zor olabilir. SDP geçici değil kalıcı olmak üzere uygulanan bir projedir. Bu projenin sağlık sistemine ve insanlara verdiği zarar kolay kolay telâfi edilecek gibi görünmemektedir. Çünkü her şeyden önce sağlığın veya sağlık hizmeti adı altında tıbbi tüketim kalemlerinin alınıp satılabilecek bir konuma indirgenmesi hem sağlık çalışanlarına ve hem de halka benimsetilmiştir.
24) 01.01.2007’de uygulamaya başlatılması kararlaştırılan Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası bu haliyle sağlık sistemimize finansman yönünden hiçbir fayda sağlamayacağı gibi, yeni bir kaos ortamı yaratacak mahiyettedir. Bu konuda toplumu aydınlatmak ve kamuoyu yaratmak üzere çalışma yapmakla TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Bir hizmetin finansmanı iki şekilde karşılanır:
1.Herkesten belirli bir şekilde toplanan vergiler veya primlerle,
2.Hizmeti alan kişinin cebinden yaptığı nakit ödeme ile.
“Finansman meselesini” kimsenin anlamayacağı teknik bir konu gibi ele almanın bir yararı yoktur. GSS’de bunu yukarıdaki her iki şıkkı da kullanarak çözmeyi düşünmektedir. Mesele, finansman meselesinden çok toplanan bu paranın hangi amaçlarla toplandığı ve nerelere harcanacağı meselesidir. GSS ile vatandaşın cebinden “gerek prim ve vergi” gerekse de özel sigorta ve cepten nakit ödeme ile sağlık ticaretine daha fazla para çekmek veya moda deyimle “sağlığa ayrılan” parayı arttırmak hedeflenmektedir. Aslında sadece finansman meselesi değil projenin tamamı üzerinde tabip odalarının ve merkez konseyinin aydınlanması ve toplumu aydınlatması gerekir. Bugüne kadar bu konunun üzerine cesaretle gidilememiştir. Çünkü gelinen noktada ve tek taraflı propaganda ile sadece halkın, sendikaların, siyasi partilerin değil (solcu partiler dahil) hekimler ve sağlık çalışanlarının büyük bir çoğunluğu, projeye karşı değildir; projenin uygulanmasından hâlâ çok umutludur. Projeye esastan ve tümü ile radikal ve militan bir muhalefet göremiyoruz. Tabii ki burada tabip odası içinde veya TTB kongresine katılan şu veya bu grubu eleştirmiyoruz. Eleştiri neticede bu kararlara katılan bütün gruplara olup amaç sorun karşısında tabip odaları ve TTB’nin duyarlılığını arttırmaktır. Eğer neticede SDP’ne hekim kitlesi karşı çıkmıyorsa bunu da cesaretle söylemek ve tarihe bu şekilde geçirmek gerekir. TTB ve memur sendikaları da projenin sadece bazı uygulamalarına karşı imiş gibi davranmaktadırlar. Burada bahsettiğiniz konularda da susmaktadırlar veya görüş belirtmemektedirler. İşçi sendikalarının durumu ise daha acıdır. SDP konusunda doğru önderlik ve siyasetlerin olmaması nedeniyle, İMF, Dünya Bankası, DTÖ ve AB’nin diğer uygulamalarına karşı toplumda ciddi bir muhalefet ve nefret geliştiği halde SDP ve sağlık alanında bunu görememekteyiz. Türkiye’de uygulanan SDP’nin tam bir çöküşe doğru gittiğini görmek ve anlamak için çok zeki olmak gerekmiyor. İlgili bakan ve kuruşların açıklamaları bile bu gidişin yönünü göstermektedir. (16. Ekim 2006 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin haberine göre sağlık harcamaları bir yıl öncesine göre % 60 oranında artmıştır) Fakat, buna rağmen, program tamamlanıp sağlık ve sigorta sistemi çökmeden önce bu durumda bir değişiklik olmayacakmış gibi de görünüyor. Bu şekilde tarihe de not düşüyorum…
25) Sağlıkta Dönüşüm Programı kapsamında sağlık alanının ticarileştirilerek sağlık çalışanlarının tek taraflı sözleşmelerle, taşeronlaştırma ve siyasi iktidarların keyfiyetinde iş güvencesinden yoksun çalışmaya mecbur edilmesi kabul edilemez. Grevli - toplu sözleşmeli çalışma hakkı için mücadele etmekle TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oy çokluğuyla kabul edildi.
Burada da ilk cümlede genel gidişe karşı çıkılmakta ve durum kabul edilmez bulunmaktadır. Daha sonra da sanki “mevcut durum” bir şekilde kabul edilerek, mevcut duruma karşı mücadele yöntemi ve şekli olarak da “grevli-toplusözleşmeli çalışma hakkı” bir alternatif olarak savunulmaktadır. Ülkemizde küresel sömürgecilerin sağlık dışındaki diğer projeleri ve onlarla tam uyum içinde çalışan sendikalar sayesinde hiçbir sendika veya işçi örgütü artık bunların karşısına bir güç olarak çıkabilecek durumda değildir. Maalesef bu örgütlerin yöneticileri AB fonlarından para alarak veya farklı yöntemlerle onların istedikleri gibi bir örgüt haline sokulmuştur. Sağlıkta özelleşme bittiği zaman memur sendikalarının dahi ortada kalmadığını göreceğiz. Bugün projeye karşı herhangi bir varlık gösteremeyen sendikaların, ilerde sendikal hakları korunsa bile neyin mücadelesini verecekleri merak konusudur.
28) Ülkemizin 40 yıllık birikimi olan Sağlık Ocaklarının kapatılarak Aile Doktorluğu ofislerine dönüştürülmesi uygulamalarının kınanmasına ve bu uygulamanın durdurulması için her türlü meşru hukuksal girişimlerde bulunmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
Aile hekimliği, sadece izin (sertifika veya yetki belgesi) verilen kişilerin açabildiği ve sadece bazı özel işlerin yapılabildiği özel muayenehanelerdir. Aile hekimliği bizim sağlık ocağı olarak bildiğimiz birinci basamağın özelleştirilmesinin adıdır. Aile hekimlerinin tam olarak hekimlik yapma ve her türlü ilacı yazabilme yetkisi dahi yoktur. Daha ziyade sistemin bürokratik bir unsurudur. Kendisini buralara uğramadan sağlık hizmeti talep edenlere daha fazla ücret tahakkuk ettirilmesi ile gösterecektir. Hastalar artık bir de bu aile hekimlerinin kapılarında sevk için bekleyecek ve istenilen hastaneye girebilmeleri için rüşvet ve komisyonlar vermek zorunda kalabileceklerdir.
29)Döner sermaye ve performansa dayalı ücret uygulamalarının ve 1 Temmuz 2006 genelgesinin eğitim hastaneleri ve tıp fakültelerinin eğitim/araştırma/hizmet sorumluluklarını yerine getiremez hale getirdiğinin altı çizilerek; eğitim hastaneleri ve tıp fakültelerine genel bütçeden ayrılan ödeneklerin arttırılması için girişimlerde bulunmak üzere TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oybirliğiyle kabul edildi.
TTB’nin yaptığı en vahim değerlendirmelerden birisi de budur. Sanki “döner sermaye uygulaması” eğitim veren ve fakülte hastanelerinin çalışmalarını engellemekte ve onların aleyhine çalışmaktadır. Döner sermaye uygulamaları bu hükümetten önce başlamıştır ve Üniversite hastanelerinde zaten uygulanıyordu. AKP döneminde ise bütün devlet hastanelerinde de uygulamaya konulmuştur. Bu uygulamanın ana amacı hastaneleri kendi elde ettiği gelir ve kâr ile geçinen bir ticarethaneye dönüştürmektir. Bu uygulamada hastaneler gelir ve kâr paylarını arttırmak için hekimlere yaptıkları iş veya hastaneye getirdikleri kazanç oranında kâr payı vermektedirler. Bunu alabilen hekim de maaşa göre daha fazla kazanç elde ettiği için bu sistemi sevmektedir. Kapitalizmin ana felsefesi budur; kendi kazanırken kendisine kazanç sağlayanlara da kâr payı vermek. Sistem en tepeden en aşağıya kadar bu kâr paylarının ve komisyonların dağıtılması ile işler. Sistemin ikinci ayağı da zaten bir işletme olan hastanelerin, sağlık işlerini, hizmetlerini (tomografi, MR, endoskopi, laboratuar tetkikleri ve diğer tedavi hizmetleri), ilaç kullanımını, girişim, ameliyat ve yatışları abartarak artık bir geri ödeme kuruluşu haline gelen Sosyal Güvenlik Kurumundan tahsil etmesidir. Bütçe Uygulama Talimatı ile bazı girişimlerin kâr payları ile hesaplanan fiyatları (paket fiyat) saptanmıştır. Üniversite hastaneleri bu paket fiyatlar üzerinden hizmet vermeyi kabul etmedikleri gibi, tedavi ve girişimleri paket fiyatların beş-on katı gibi fiyatlara ancak mal ettiklerini söylemekte ve işlemleri insan aklının alamayacağı oranlarda abartmaktadırlar. Yatan hastalarda tahlil sayılarının bazen bin, bin beş yüzlerleri bulduğu gibi, sağlık hizmeti ve insan sağlığı ile hiçbir ilgisi olmayan, yok yere morbidite ve mortaliteye neden olan gereksiz ameliyat ve girişimler olabildiğince abartılmaktadır. Bu girişimlerin kendilerine uygulandığı hastalar da “en modern sağlık sistemi”ni aldıkları için sevinmektedirler. Çünkü onlar da sistemin gönüllü ve abone “müşterisi” haline gelmişlerdir. İlgili tarafların baştan karşı çıkmadığı sistemin üçüncü ayağı da, geri ödeme
kuruluşlarınca yapılan incelemeler sonucunda bu kuruluşların yaptığı fazla, abartılı, gereksiz veya yapılmayan işlemlerin yapıldı gibi gösterildiği kalemlerin göstermelik bir şekilde incelenmesi ve bu şekilde ödemelerin sağlama alınmasıdır. Hastaneler tarafından şişirilen bu kalemlerde, yapılan sözde incelemelerle ancak cüzi ve önemsiz kesintiler yapılabilmektedir. Bu da sistemdeki hata ve kötü kullanımları ne önlemekte ne de düzeltmektedir. Bu sözde denetim yapan geri ödeme kurumları da yapılan bu abartılı ve şişirilmiş faturaları olduğu gibi onaylayıp ödeyecek şekilde çalışmaktadır veya böyle kurulmuşlardır. Emekli Sandığı ve Bağ Kur’da gönderilen faturalar hemen hemen olduğu gibi ödenmektedir. Zaten bu kuruluşlarda bu işi yapacak ciddi bir denetim sistemi ve elemanı yoktur. SSK’da ise, kurulan denetim sistemi, esasen sağlıklı bir denetim yapamaması için her türlü önlemin alındığı göstermelik bir sistemdir. Bir taraftan oluşturulma şekli ve mevzuatı ile sağlıklı ve etkili denetim yapması oldukça güçleştirilen bu kuruluşlar, diğer taraftan gerek mevzuat gerekse de doğrudan baskı ve yönlendirmelerle bu tür denetimleri ve usülsüz kesintileri yapamaz hale getirilmişlerdir. Ayrıca her türlü fatura şişirilmesine imkân veren bu sistemde yapılabilen kesintiler cok önemsiz kalmakta ve etkili olamamaktadır. Meselâ, paket fiyatının on katı abartılmış bir faturada % 10 kesinti yapıldığını düşünelim… Paket fiyatı 100 lira olan bir işlem 1000 YTL’ye fatura edilmiş ise, kesinti ile bu tutar 900 YTL’ye inmekte ve kuruluşa gene fazladan 800 YTL fazladan ödenmektedir. Bu kuruluşlarda çalışan hiç bir denetim elemanı bu konuda bir eğitimden geçirilmemiştir. Gerekli ve yeterli mevzuatla desteklenmedikleri için gerçekten bir denetim yapmadıkları ve yapamadıklarını, ancak çok az sayıda kişinin üstelik de kişisel olarak zarara uğrama pahasına bu denetimleri yapabildiğini de ayrıca belirtmek gerekir. Üniversiteler bu şekilde olağan bir şekilde elde etmeleri gereken tutarların onlarca katı fazla parayı sosyal güvenlik kuruluşlarından almakta olup, tahammül edemedikleri kesintiler de, “kaza ile” kesilen bu cüzi tutarlardır. Basında yıllardan bu yana yer alan, bir çok yazı ve habere konu olan bu konularda ne yazık ki TTB duyarsız kalmakta ve bu temel sorunu görmezlikten gelmektedir. Sosyal güvenlik Kuruluşlarının parası “yağma Hasan’ın Böreği” değildir. Zaten sosyal güvenlik kuruluşları mevcut sağlık giderlerini karşılayamamaktadır. Bir noktada deniz bitecek ve tatlı kârlar hâyâl olacaktır. Şu anda uluslararası tıp kartelinin belirlediği gibi ve onların yararına olan bir sağlık anlayışının eğitimini veren tıp fakültelerinin artık bir bilim kurumu olup olmadıkları da tartışmalıdır. Tıp fakülteleri ve hastaneleri de moda deyimle çok önceden kartel sistemine uygun bir yapıya dönüştürülmüştür. Tıp fakültesi hastaneleri, kartelin ürettiği yeni ve pahalı ilaç, tıbbi cihaz, malzeme, biyomedikal ürün ve sarf malzemelerinin araştırma ve çalışma adı altında gereksiz ve yaygın şekilde tükettirildiği, pazarlandığı kurumlara dönüşmüştür. Buralarda çalışan hekim ve çalışanlar dikkatli ve uyanık olmalıdır. Çünkü, Dünya Ticaret Örgütüne verilen taahhütler arasında sırada üniversitelerin tamamen özelleştirilmesi de vardır.
Diğer taraftan üniversite başka bir şeydir; üniversitede çalışan hekim başka… Üniversite hastaneleri buralarda çalışan hekimlerin malı-mülkü değildir. Fakat sistem verdiği komisyonlarla buralarda çalışan hekimleri de tamamen hakimiyetleri altına almıştır. Kendi çıkarları doğrultusunda kullanmakta ve çalıştırmaktadır.
Burada bahsettiğim konular, şu anda Türkiye’de bir tabu olup, hiç kimse ne bu konuda konuşmakta ne de böyle şeyleri duymak istemektedir. SSK Sağlık İşleri İle İlgili bir soruşturmada TTB yönetimi hiç bir haklı ve meşru dayanağı bulunmayan sürgünleri savunarak, bu vesile ile bir kere daha sağlıkta dönüşüm sistemini savunan idarenin uygulamasına arka çıkmıştır. Soruşturma, denetim yapan Sağlık İşleri İl Müdürlüklerinde, yapılan inceleme ve denetimlerde hastane faturalarında şişirilen, abartılan, yapılmadığı halde yapıldı gösterilen veya diğer usulsüz işlemlerle ilgili göstermelik de olsa yapılan kesintilerin hiç yapılmaması ve yapılmış kesintilerin usulsüz ve kanunsuz bir şekilde re'sen iptalleri nedeniyle yapılmıştı...Üstelik bu soruşturmalarda şikâyetçi olan ve daha sonra şikâyette bulundukları için sürülen hekimlerin iddiaları, hatta daha fazlası müfettiş raporları ile de kanıtlanmıştır. “Sağlıkta Dönüşümün” ne olduğunun ve nasıl bir sağlık sistemi getirilmek istendiğinin anlaşılması için bu soruşturma ve sonuçlarını iyi anlamak ve incelemek gerekmektedir. Durum böyle iken, kendilerini, mesleklerini yaparken dil, din, ırk, vb. ayrımı yapmadan tarafsızlıkla hekimlik yapacağını bildiren bir çok hekim arkadaşımız, sistem tarafından cezalandırılan arkadaşlara karşı ayrımcı davranışlarda bulunmuş, yardımcı olmaktan korkmuş veya açıkça taraf olmuşlardır. Bazı hekimler SSK Sağlık İşlerinde Çalışan hekim denetmenleri “bunlar bizim paramızı kesiyorlar” diyerek eleştirmekte ve sağlıkta dönen bu kirli kâr ortaklığını savunmaktadırlar. Kısaca bu sistem hekim ahlakını ve deontolojisini de bozmuştur.
SDP, Türkiye sağlık sistemi içinde patlatılan bir atom bombası olup amacı sağlık sistemini tamamen çökertmektir. Hatta bu bile değildir. Nihai amaç, Türkiye’yi çökertirken, diğer uygulamalarla birlikte (özelleştirme, toprak satışı, ve yabancılara tanınan diğer imtiyazlar) sağlık sisteminin de Türkiye’yi yok etme savaşının bir silâhı olarak kullanmaktır.
34)Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da hekimlik koşullarının ne olduğunun saptanması ve olumsuz koşulların nasıl düzeltilebileceğine ilişkin çözümlerin ortaya konması göreviyle bir komisyonun teşkil ettirilerek değerlendirmeler yapmak üzere bölgeye gönderilmesi için TTB Merkez Konseyi’nin görevlendirilmesi oyçokluğuyla kabul edildi.
Sağlık sistemi ve hekimlik koşulları sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da değil, Türkiye’nin tamamında ve hatta dünyada bütün dünyada bu işleri düzenleyen tıp karteli’nin istediği şekilde sürdürülmektedir. Türkiye’nin farklı bölgelerinde sistemin işleyişi farklı değildir. TTB’nin bu kararı ile sanki Türkiye’nin bazı bölgelerinde sistem farklı işliyormuş gibi gösterilmekte ve bu şekilde küreselleşmecilerin kışkırttığı diğer bir unsur olan etnik ayrımcılığa hiç âlâkasız bir konuda prim verilmektedir.
Sağlık sisteminde şimdiye kadar “etnik veya ırkçı” bir çözümün savunulduğu görülmemiştir. Şu veya bu etnik grupların ilk ve ortaçağlardaki kabileler gibi, kendi dilleri, dinleri mezhepleri ile etnik kimliğini yaşama aldatmacasına bu sefer bir de sağlıkta etnik örgütlenme modeli eklenmektedir.
36)Sürekli Tıp Eğitimi ve Sürekli Mesleki Gelişim etkinliklerine hekimlerin katılımının teşvik edilmesi, kredilendirilmesinin devamının sağlanması oybirliğiyle karar altına alındı.
Sürekli tıp eğitimi ve bu konuda TTB'nin görevi tekrar gözden geçirilmelidir. Bilindiği gibi hem üniversiteler ve diğer tıbbi eğitimlerde ne öğretileceği, nelerin hastalık kabul edileceği, hangi tahlillerin yapılacağı, hangi cihaz, malzeme ve ilacın kullanılacağı uluslar arası medikal kartel tarafından belirlenmektedir. Mezuniyet sonrası eğitim adı altında TTB tarafından kredilendirilen ve çoğu uzmanlık derneklerince yürütülen kongreler de, gene bu ilaç ve cihaz üreten firmaların desteği ile düzenlenmekte ve hekimler kongrelere bu firmalar tarafından götürülmekte, yedirilmekte, içirilmekte, beş yıldızlı otellerde misafir edilmekte ve daha sonra da bunların karşılığı olarak hekimlik uygulamalarında neler yapacakları TTB tarafından kredilendirilen ve kartelin ihtiyaçlarına göre sürdürülen eğitim çalışmaları ile sağlanmaktadır.
TTB ve hekimlere düşen görev:
1.Sürdürülmekte olan sağlık sisteminin nasıl bir sistem olduğunu araştırmak;
2.Sağlık hizmeti adı altında hekimlere ne gibi görevler verildiğini ve hekimlerin nasıl çalıştırıldığını saptamak ve medikal kartelin (tıp karteli) belirlediği düzene karşı duruşunu ve safını belirlemek ve
3.Ulusal ve insan merkezli bir sağlık düzeni ve anlayışının hayata geçirilmesi için hekimler, sağlık çalışanları ve toplumun diğer kesimleri ile bütünleşmektir.
Eğitim vermek TTB'nin görevi değildir. TTB bir akademi değil bir meslek örgütüdür. Hekimlik uygulamalarında görülen hatalar eğitimden değil, düzenden kaynaklanmaktadır. Verilen eğitim nerede verilirse verilsin kartelin belirlediği şekilde sürdürülmektedir. Kartelin belirlediği sınırlar dışında bir tıp uygulaması esasen aforoz edilmektedir. TTB gerek tıp eğitimi ve gerekse sürekli tıp eğitimi konularında siyasi çalışmalar yapar ve kendi üyelerini bilgilendirmek için konferanslar düzenleyebilir. Fakat bunun kredilendirilmesi veya TTB'nin hekimleri eğitmeye çalışması gibi uygulamalardan vazgeçilmelidir. TTB'nin uğraşması gereken daha ciddi konular vardır.
53)TTB, Hükümetlerin emperyalist çıkarlar için başka ülkelere asker göndermesine karşı çıkar ve gönderilenlerin ise acilen geri çekilmesi için mücadele edilmesini
oyçokluğu ile kabul eder.
TTB'nin bu kararına katılmamak mümkün değildir. Bu karar doğrudur.
54)
a) TTB’nin hekimlerin özlük haklarını korumak ve savunmak konusundaki çabaları temel görevidir. Bu çalışmaların artmasının ve etkinleştirilmesinin temel hedef olmasını istiyoruz.
b)Sağlık politikalarında “Devrimciliğin çok mühim vazifeler yüklediği Türk Vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı en hassas milli meselemizdir” düşüncesini benimsemeli ve uygulamalıdır.
c)TTB emperyalizme karşı ülke bütünlüğünü ve Cumhuriyetimizi savunan milli bir duruş sergilemelidir.
d)TTB, farklılıklarımızı belirginleştirmeyi değil, toplumsal bütünlüğümüzü tartışmasız kılmayı hedeflemelidir.
şeklindeki önerge oy çokluğuyla kabul edildi.
TTB'nin bu kararları da genel olarak doğrudur. Fakat bir yandan ülke bütünlüğünü savunurken diğer taraftan ülkemizin sömürgeci AB ve ABD tarafından
parçalanması amacı ile kışkırtılan, örgütlenen ve her alanda beslenen dış kaynaklı "Kürt sorunu" konusundaki tavır bu anlayışla çelişmektedir. Bu ülkelerin bölgeden çekilmesi ve bunların petrol ve diğer stratejik ihtiyaçları sona erdiğinde Kürt sorunu, ermeni sorunu ve diğer sorunlar ortadan kalkar.
55)TTB, ülkemiz insanının büyük insani trajediler yaşadığı “Kürt Sorunu”na barışçıl ve demokratik çözümler üretilmesinin toplum sağlığımıza olumlu katkılar yapacağına inanır; bu hedefe yönelik olarak ülke yöneticileri, sivil toplum ve meslek örgütü yöneticilerini çaba göstermeye davet edilmesini oyçokluğu ile kabul eder.
“Kürt sorunu”, “barışçıl ve demokratik çözüm” konularının ne anlama geldiği üzerinde de durmak gerekmektedir. Bu konular da yıllardır basmakalıp ve sürekli tekrarlanan konulardır. Hekimlerin ve halkın “kürt sorunu” denen sorunun ne anlama geldiğini öğrenmesi gerekmektedir. Gelinen aşamada bütün dünyayı tek elden ve doğrudan yönetme amacı ile bir dünya devleti kurmaya çalışan sömürgeci güçler koalisyonu bunun teorisi ve pratiğini de yaratmıştır. Küreselleşme bugün artık bütün dünya çapında sürdürülen sömürgeleştirme projesinin şirinleştirilmiş adıdır. Barışçı bir şekilde Avrupa merkezli sürdürülen bu küresel stratejinin Avrupa’da adı Avrupa Birliği, ve bölgeye medeniyet ve insanlık öğretme amacı ile doğrudan silahlı saldırı ile yapılmaya çalışılan bölümünün adı da “Büyük Orta Doğu” projesidir. Türkiye’de her iki proje birlikte uygulanmaktadır.
Bu teorinin önermeleri şunlardır Dünya küreselleşmektedir; sınırlar ortadan kalkmakta, ulus devletlere gerek kalmamaktadır. Bütün dünyada ticaretin önündeki engeller kalkmalı, devletler yok olurken devletin elindeki bütün ticari araçlar, bankalar, topraklar, madenler, fabrikalar, hastaneler, üniversiteler hatta hizmet sektörü ve hapishaneler dahil, devletin yaptığı bütün işler devletin elinden alınarak özelleştirilmeli ve uluslar arası şirketlere devredilmelidir. Ulus devletler küresel devletin bir nevi belediyeleri haline gelmelidir. Bütün dünyada insanlar birbirleri ile anlaşabilmeleri için ortak bir dil (İngilizce) öğrenmelidir; ayrıca yeni şartlara uygun olarak dinler de ortak yönleri ele alınıp birleştirilmeli ve küresel bir din oluşturulmalıdır. Böylelikle dinin bölücü etkisi azalır. Dinler birbirine barışır. Şehirler dünya şehri, ülkeler dünya ülkesi olmalıdır.
Bu teorinin Türkiye’de uygulaması şudur: Devlet küçültülmüş ve elinde hiçbir şey bırakılmamıştır. Topraklar, madenler, fabrikalar, bankalar ve akla gelebilecek her şey özelleştirilmiş ve yabancılara satılmıştır. Ülke ekonomisini İMF, ordusunu NATO yönetmektedir. Gümrük, ticaret ve hukuk alanında AB’ye bağlanmış durumdayız. Anayasada devletin adı Cumhuriyet, resmi dili Türkçe olmasına rağmen resmi ve asıl dil İngilizce olmuştur. Okullarda ve üniversitelerde eğitim İngilizce yapılmakta; işe girişlerde İngilizce bilme koşulu getirilmektedir. Öyle ki; kendi dilini ve kültürünü yaşayamayan ve hatta yaşamaktan vazgeçen halkımız da bu kampanyaya katılmıştır. Yapılan bir ankette, ankete katılanlar Örovizyona katılacak şarkının dilinin İngilizce olmasını istemektedir! Sokaklarda artık Türkçe bir tabela bile görmek mümkün değildir. Daha da ilginçi bundan rahatsız olan da yoktur! Küreselleşmede kendi dil ve kültürünü yaşamak budur! Orta yerde ne bir ulusal kültür, ne ulusal bir dil, ne de bozulmamış din kalmıştır. Hepsi yeni dünya düzeni doğrultusunda “dönüşmüştür”. Sadece ülkeler değil kişiler, milletler de dönüşmektedir. Ülkenin diğer yasa ve mevzuatları da müzakere yutturmacası adı altında AB müktesebatına uydurulmakta yani AB kurallarının, yasalarının ülkemizde tümü ile geçerli olması için çalışılmaktadır. Böyle bir ülkenin bağımsız olduğu söylenemez.
Küreselleşmeci güçler bütün bunları yaptırırken diğer taraftan ülke içinde etnik, dini veya mezhep gibi kendini farklı hisseden grupların kendi dinini, kültürünü yaşayamadığını, dilini konuşamadığını söyleyerek bunların haklarının verilmesini veya açıkça bunların küresel hegemonyaya bağlı küçük birimler olarak devletleşmelerini istemektedir. Bu küçük gruplar kendi kültürümü, dinini, dilimi yaşayacağım diye oyalanırken, atı alan Üsküdar’ı geçmektedir. Çünkü küreselleşme kendi sömürgeci dili ve kültürü dışında hiçbir şeye izin vermemektedir. Ülkemizde geniş halk yığınları ve etnik gruplar esasen küresel kültür altında kendi benliğini önemli olarak kaybetmiş ve yabancı kültürlerin etkisi altına girmiştir. Ülkemizde yaşayan etnik grupların kültürü de neticede Türk kültürünün bir parçasıdır. Sömürgecilerin işgal ettikleri, sömürge veya kukla haline getirdikleri ülkelerde o ülkenin ne dilini ne de kültürünü bırakır. Bunun örneği, bugün artık kendi dilini unutan ve İngilizce veya Fransızca konuşan Cezayir, Fas, Tunus, Hindistan, Bengaldeş ve Pakistan gibi ülkelerdir. Diğer taraftan da kültür, dil ve dini yaşatmak için bir takım grupların illâki devlet olma şartı da yoktur. Eğer önem verdiğiniz ve sahip olduğunuz bir kültür varsa onu savunmanızı ve yaşamanızı kimse elinizden alamaz. Bunu yaşatmanız için bir şehir veya mahalle devleti olarak örgütlenmeniz gerekmez. Bilindiği gibi Yahudiler binlerce yıldır değişik ülkelerde yaşamışlar, bu arada hem kendi dillerini, dinlerini ve kültürlerini; hem de ırklarını olabildiğince saf bir şekilde korumuşlardır. Bugün de bir çok alanda hem ABD hem de dünyayı yönetmektedirler. Ama Yahudilerin yaşadıkları ülkelerde ayrıca dilimi, kültürümü konuşacağım, yaşayacağım diye bir azınlık hakkı istedikleri veya özerklik istedikleri görülmemektedir. Kuzey Irak’ta ABD tarafından kurulan İsrail ve ABD kontrol ve himayesinde kurulan kukla Kürt Devleti’nin lideri Barzani de Yahudi kökenlidir. Türkiye’de veya Dünya’nın herhangi bir bölgesinde isteyen kendi kültürünü ve dilini yaşayabileceği gibi, beğenmiyorsa yeni kültür, dil ve din de icat edebilir. 1970’lere kadar Türkiye’de dillenen bir Kürt sorunu yoktu. ABD ve AB projeleri ile birlikte ülkemizde ve Kuzey Irak'ta bu tür ayrılıkçı hareketler örgütlenmeye ve canlandırılmaya çalışılmıştır. Kuzey Irak’ta yaşayan Türkleri görmezden gelen Türk yönetimleri burada yıllarca Barzani ve Talabani’yi her yönden destekleyerek bu kukla devletin kurulması için elinden geleni yapmıştır. TC yönetimi ve meclisteki partiler bu kukla devlet ve ABD askerlerinin Telafer’de Türklere katliamlar yapmasına sessiz kalmışlardır.
1970’li yıllarda Kürtçülük olarak isimlendirdiğimiz bu ayrılıkçı hareketleri desteklemek solcu ve devrimci olmanın nerede ise olmazsa olmaz şartı idi. Zamanla bu durum da değişmiş ve önceden sağcı ve milliyetçi bilinen bütün partiler aynı zamanda “Kürtçü” de olmuşlardır. Esasen AB ilerleme şartları ve Kopenhag kriterlerini savunan siyasi partilerin Kürtçülük ve bölücülük konusunda bu solcu geçinen kesimleri fersah fersah geçtiğini, onların dile bile alamayacağı bir çok koşul ve şartı kabul etmek şöyle dursun bu konuda bir çok yasayı çıkardıkları, şartları kabul ettikleri görülecektir. Kürtçülük, Ermenicilik, Laik Türkiye Cumhuriyeti içinde Ortodoks hristiyan din devleti kurulması taraftarı olmak artık sadece sözde solculuğun değil, AB’ciliğin ve ABD'ciliğin de şartı haline gelmiştir. Günümüzde bu sözde solculuğun ölçütleri artık “Kopenhag ölçütleri” olmuştur. Bu nedenle bu siyasetler artık bir devlet politikası sayılabilir. Bunlara Kıbrıs ve Ermeni soykırımı konularında verilen tavizlerle, Dicle ve Fırat arasındaki bölgenin idaresinin sömürgeci ülkelere devredilmesi gibi tavizleri de ekleyelim … Kendisini milliyetçi olarak tanımlayan ve A. Öcalan’ın asılması için mücadele eden bir parti bile A. Öcalan’ın ve bu vesile ile benzeri idam cezalarının da ortadan kaldırılması için, kendisini sandığa gömecek bir seçimi şart koşmuştur!? Şu anda da idam cezası yerine A. Öcalan’ın F tipi cezaevine gönderilmesini savunmaktadır… AB taraftarı olmakla övünen sadece bu milliyetçi parti bile Kürtçülük şampiyonluğu yapan sol örgütlerden çok daha fazlasını başarmıştır. Şimdilik bu başarıları ile fazla övünmüyorlar o kadar…
Atatürk’ten sonra ülke yöneticileri de ülkenin doğrultusunu ve niteliğini hemen değiştirerek TC’nin tam bir manda haline getirilmesi için elinden geleni yapmış, yapılan tek taraflı anlaşmalarla ve çıkarılan yasa ve anayasa değişikliklileri ile bunun yasal zemini oluşturmuştur. Kıbrıs'taki Anan planı referandumunda hemen hemen bütün partiler ve kurumlar Kıbrıs’ın Rum’lara verilmesi anlamına gelen bu planı canla başla desteklemiştir. Bu sözde sağcı ve solcu partiler görüldüğü gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni çoktan kitaplarından çıkarmışlardır. Kısaca Türkiye’de hiçbir kurum ve parti sanıldığı gibi bağımsızlığa, ülke bütünlüğüne, ulusçuluğa meraklı olmadığı gibi, bir ulus devleti de savunmamaktadır. Bu ülkede vatana ihanet suç olmaktan çıkarılmıştır. Bütün bu gelişmelere Birleşmiş Milletler İkiz Yasalarının çıkarılması ile son nokta konulmuştur. “İkiz İhanet Yasası” olarak bilinen bu yasa uyarınca Türkiye içindeki herhangi bir etnik, dini veya herhangi bir özelliği olmayan bir grup bile Birleşmiş Milletlere başvurarak kendi dili, dini, kültürü veya nesi varsa onu yaşamak için devlet kurabilir. Türkiye Cumhuriyeti bu başvuruların gereğini yapacağına söz vermiş olup, eğer devlet veya hükümetler buna karşı çıkarsa BM’in silahlı müdahalesini de kabul etmişlerdir. Görüldüğü gibi TC “demokratik çözüm” için elinden geleni yapmış, tavizi vermiş ve yasaları çıkarmıştır. Daha ne yapsın !... Bundan sonrası artık böyle hakkı olduğunu iddia eden gruplara kalmıştır. AB ve ABD ile bunların destekledikleri parti ve gruplar Türkiye’de artık bir altın vuruş yapacak, ABD ve AB'de yayınlanan yeni Serv haritlarını uygulayacak Gorbaçov’unu beklemektedir.
Türkiye’de bir Kürt sorunu yoktur. Aynen Anan planını halkımızın büyük bir bölümünün desteklemek için kandırıldığı gibi, bu konuda da sayıları fazla olmayan bir azınlık aldatılmıştır. Kimsenin, Kuzey Irak’ta veya yurdumuzun bir bölgesinde sömürgeci proje ve amaçlar için bir dizi kukla devlet kurulmasından bir çıkarı yoktur. Bu iş kimseye itibar kazandırmaz. Bu grupların arkasında da gene belirli mekanizmalarla TC’i yöneten ve yönlendiren ABD ve mandası altına girmek için can attığımız AB ülkeleri olduğu unutulmamalıdır. Kürtçülük artık AB’ci olmanın da olmazsa olmaz kuralıdır. İçerideki Kürtçüler ve diğer bölücü gruplar AB’nin kontrolündeki diğer örgütler gibi maddi ve manevi olarak onlar tarafından desteklenmekte, himaye edilmekte ve yönlendirilmektedirler. Adı geçen ülkelerin Türkiye üzerindeki egemenliklerini kabul eden parti, hükümetler ve devlet organlarının Kürt sorunu ve ulus devlet aleyhinde diğer görüşlerinin AB’den farklı olamayacakları açıktır. Bu arada Türk Ordusu’nun da geçmiş dönemdeAB’ye karşı olmadığı bilinmektedir. Meraklısı bütün partilerin kendi iktidarlarında kabul ettiği veya muhalefette iken karşı çıkmadığı AB kararları ve Kopenhag ölçütlerini okuyacak olursa bunları görebilir ve öğrenebilir. Bu kararlarda bu görüşler, anlama güçlüğü olanların bile anlayabileceği tarzda gayet açık ve hiçbir yanlış anlamaya yol açmayacak bir şekilde ifade edilmektedir.
Kısaca bu gelişmelerde bu konu artık TTB’nin talep ettiği noktalardan daha ileriye taşınmış olup, büyük mevziler kazanılmış; neredeyse işin sonuna gelinmiştir. TTB’nin bu yolda bir şeyler yapmasını istediği merciler “daha fazlasını” zaten yapmıştır ve yapmaya da kararlıdır!
TTB’nin yıllarca Kürtçülük, F tipi cezaevleri üzerinde durması bir çok kişide bu sorunların sanki ülkemizin sağlık sorunlarının bir parçası olduğu ve diğer sağlık sorunları ile uğraşırken bunun da onlar gibi TTB’nin görevleri arasına girdiği gibi bir hatalı anlayışa da neden olmuştur. Bir çok kişi sanki sağlık alanında bir çok sorun çözümlenmiş gibi bu konuya odaklanmış bu arada temel sorunlar gözden kaçmış veya alt sıralara düşmüştür. Bu talepler, ülkemizin “sağlık sorunuyla” la bir ilgisi olmadığı gibi, Bu karar TTB Büyük Kongre Kararlarının 54. madde (c) ve (d) maddeleri ile çelişmektedir. Bu da kongreye katılanların her iki maddenin ne anlama geldiğini yeteri kadar düşünmemiş ve anlamamış olduklarını göstermektedir. TTB’ye ve yurtseverlere düşen ülkeyi bölmek, karıştırmak ve iç savaş çıkarmak isteyen ve ülkemiz aleyhine bu tür silahlı ve silahsız kalkışmaları her planda ve her türlü imkânları ile destekleyen ABD ve AB sömürgecilerine karşı çıkarak “Biz tek bir ulus devletten yanayız. Siz bizi niçin bölmek istiyorsunuz, niçin Türkiye aleyhine olan ayrılıkçı ve silahlı hareketleri destekliyorsunuz.” demek olmalıydı. Veya eğer bölücülüğü savunuyorlarsa hükümete veya devlete muhalif görünmek yerine sadece mevcut hükümet-devlet politikalarını savunduklarını söylemeleri yeterlidir.
57)TTB Olağanüstü 55. Büyük Kongresi açık ve ağır bir insan hakları ihlali olan F tipi cezaevlerindeki tecrit koşullarının çağdaş, insani cezaevi koşullarına dönüşümünü sağlamak üzere Adalet Bakanlığı’na çağrıda bulunmayı oy çokluğu ile kabul eder.
TTB burada da AB ülkelerinde bir standart olan F tipi cezaevleri konusunda bir karar vermeden önce AB ve AB etkisi ile ülkemizde yapılan işler ve uygulamalar konusunda bir karar vermelidir. F tipi cezaevleri uygulaması Avrupa Birliği Komisyonu ile işbirliğinde yürütülmekte olan Yargının Modernizasyonu ve Ceza Reformu Projesi kapsamında yürütülmektedir.
Bir meslek örgütü olarak TTB, F tipi cezaevleri ile bu kadar çok uğraşacağına, önce yoksulluk sınırının altında yaşayan milyonlarca halkın, hastanelerde sefil şartlarda yatan hasta ve hekimlerin hangi koşullarda yaşadığına bakmalıdır. Diğer taraftan hekimlere uygulatılan tıp anlayışı sonucunda ve sağlık hizmeti adı altında iatrojenik olayları ve yaralanmaları arttıran tedavi ve cerrahiler üzerinde durulması TTB'nin daha fazla görev alanına girmesi gerekirdi. Neticede F tipi cezaevinde tutuklular koğuş yerine özel odalarda kalmaktadır. Bir çok kişi açısından koğuşta kalma yerine tuvaletli özel odalarda kalmak tercih edilebilir bir durumdur.
TTB yönetimi hastaların da koğuşlarda mı yoksa özel odalarda mı yatırılmaları konusunda da görüş belirtebilirdi. Ayrıca bir AB standardı olan ve bu nedenle yaptırılan F tipi cezaevlerine neden karşı olundu[1]ğu anlaşılır bir şekilde hekimlere anlatmalıdır. Hem AB'ci olunup hem F tipine karşı olunmaz.
58)TTB, çok büyük can kayıplarına neden olan trafik kazaları ve beklenen deprem ile ilgili gerekli önlemlerin alınması konusunda duyarlılığın artırılması için çaba gösterilmesini oybirliği ile kabul eder.
Trafik kazaları ve deprem gibi olaylarda yaşanan durumlar ulaşım ve şehircilik anlayışından kaynaklanan düzen sorunlarıdır. Her iki sorun da insan sağlığını ilgilendirdiği gibi çözümler de düzene ilişkin tertiplerdir. Duyarlılık arttırılması ile sorunlar çözülmez sadece cezalar artar veya yeni cezalar gelir.
Ulaşım sorununun çözümü: Özellikle şehir içi ulaşımların kamulaştırılarak ve elektrikle çalışan raylı sistemlerle ücretsiz sağlanması ve motorlu taşıt kullanımının özendirilmemesi ve giderek kısıtlanması ile çözülebilir. Bu şekilde egzoz gazlarının zararlı etkilerinden, gürültüden ve hava kirliliğinden, sera gazı etkilerinden de korunmak mümkün olur. Ulaşım ve deprem konusu ayrıca ele alınacak kadar geniş bir konu olup TTB'nin bu konuda nelere karşı olduğu da açık değildir.
TTB BK KARARLARINDAKİ EKSİKLİKLER VE ÖNERİLER
Eleştiride yıllardır devam eden basma kalıp üslûp yerine, işitilmek istenmeyen, tabu kabul edilen konularda görüşler belirtilmiştir. Bazı konuları duymazlıktan, görmezlikten gelmek onları ortadan kaldırmıyor. Eleştirinin hedefi, tamamı okunduğunda açık olarak anlaşılacağı gibi, bir grup olarak hekimler değil, kendi savundukları sağlık sistemini dünya ülkeleri ve halklarına “modern tıp” diye yutturarak sağlık hizmetleri adı altında hastalıkların ve sağlık hizmeti araçlarının pazarlanması, aşırı ve gereksiz ilaç, tıbbi malzeme, ve diğer ürünlerin bu şekilde satışı yolu ile insan sağlığı üzerinden ticaret ve kazanç sağlama arzusunda olan ve bütün dünya ülkelerdeki sağlık sistemini kendi çıkarları doğrultusunda dönüştüren medikal kartel ve onunla birlikte çalışan örgüt ve sömürgeci devletlerdir. Amaç, TTB’nin medikal kartelin savunduğu piyasa merkezli sağlık sistemine karşı gerçekten kararlı ve kökten bir şekilde karşı çıkmasının sağlanmasıdır.
1. TTB’nin büyük kongresi Türkiye’de sağlık alanında büyük yıkımlar ve dönüşüm yaşanırken, sorunları görmezlikten gelme ve bu gidişe karşı radikal ve kararlı bir şekilde karşı çıkmamanın kongresi olmuştur. Bu açıdan büyük bir fırsat kaçırılmıştır. Türk hekimleri ve TTB Sağlıkta Dönüşüm Projesi karşısında halkçı ve insan merkezli bir proje ortaya çıkaramamış ve böyle bir projeyi savunamamıştır.
2. Ulusal ilaç sanayisinin çökertilmesi için SSK ilaç fabrikalarının ve aşı üretme tesislerinin kapatılmasına karşı çıkılmamıştır.
3. Patent anlaşmaları ile ucuz olan jenerik ilaç yerine muadillerinden daha pahalılarının satılmasına imkân veren ilaç patent anlaşmaları konusunda bir muhalefet sergilenmemiştir.
4. Uluslar arası kartelin sağlık piyasasını uluslar arası sermayeye açma planlarının bir sonucu olarak ülkemize gereğinden çok ve kontrolsüz tıbbi cihaz, ilaç, aşı, tıbbi malzeme ve sarf malzemesi girmeye başlamış ve bu şekilde tıp uygulaması ve mantığı tamamen değişmiştir. Doğrudan kartele kazanç sağlama faaliyeti dışında bir anlamı olmayan bu uygulamalar konusunda siyasi partiler, hekimler ve halk uyarılmamıştır.
5. Muhalefet yapılan konularda bile yapılan muhalefetlerin kimin yararına olduğu ve bu şekilde uluslar arası ilaç karteline nasıl kazanç temininde yardımcı olunduğu gözden kaçırılmıştır.
6. Bu durumdan çıkarılacak ders ve sonuçların bundan sonraki siyasetlerin ve mücadelelerin belirlenmesinde rehber veya yardımcı olması durumdan rahatsız olan herkesin arzusudur.
7. TTB’nin halkın sağlık durumunu bozan yoksulluk ve işsizliğin temel sebebi olan özelleştirmelere ve ülke ekonomisinin çökertilmesine daha kararlı karşı çıkması gerekmektedir. Gene halkın sağlığını bozan şehir içi ulaşım ve ısınmada fosil yakıt kullanımı, hava kirliliği gibi konularda projeler geliştirmeli ve tavrını belirlemelidir.
8. Sömürgeci kültürün bir uzantısı olan ABD tarzı beslenmeye karşı çıkmalı ve bir çok Avrupa ülkesi, ABD eyaleti ve Hindistan’da bile yasaklanan kolalı, gazlı içecek ve cips gibi yüksek kalori içeren gıda ürünlerinin satılmaması ve tüketilmemesi için toplumu aydınlatmalı ve eğitmelidir.
9. Üyelerinin hemen hepsi TTB üyesi olan uzmanlık dernekleri ve pratisyen hekim derneği gibi örgütlenmeler TTB tarafından desteklenmemeli ve bu gruplar eğer ayrı bir masa etrafında örgütleneceklerse, zaten mevcut olan TTB bünyesi içinde örgütlenmelidir. Bu şekilde bu derneklerin tıbbi kartel tarafından denetlenmesi de bir nebze kontrol edilebilir.
10. TTB hekimlik sorunları ve sağlıkla ilgili sorunlarda politika geliştirirken hekimler, diğer sağlık çalışanları ve toplumun değişik kesimlerinin görüş ve eleştirilerini almalıdır.
[1]
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
GATS ANLAŞMASI KAPSAMINDA BULUNAN HİZMET SEKTÖRLERİNİN SINIFLANDIRILMIŞ LİSTESİ
GATS ANLAŞMASI KAPSAMINDA BULUNAN HİZMET SEKTÖRLERİNİN SINIFLANDIRILMIŞ LİSTESİ Çeviri: Selim Yılmaz Aşağıdaki sınıflandırma 1994...
-
SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROJESİNİN EN KISA ANLATIMI ve SONUÇ: " İnsan sağlığı piyasanın vahşi koşullarına terkedildi." Proje giriş bölü...
-
Genetic changes after Caesarean section may explain increased risk of developing disease June 29th, 2009 (PhysOrg.com) -- Researchers at Ka...
-
"Bu haberden sonra Çin'e sosyalist veya halk cumhuriyeti mi diyeceğiz? DÜNYA 5 Mayıs 2009 Çin’de halka ‘sigara iç’ emri Çin’in Hu...