SAĞLIĞA AYRILAN PARANIN AZLIĞI EN ÖNEMLİ SAĞLIK SORUNUMUDUR?


SAĞLIĞA AYRILAN PARANIN AZLIĞI EN ÖNEMLİ SAĞLIK SORUNUMUDUR?*

1. Şubat 2008 tarihli Cumhuriyet Bilim Teknik ekinde Prof. Dr. Hasan Yazıcı’nın “Tam Gün Çalışmada Yanlışlar ve Tıp Fakülteleri İçin Öneriler” başlıklı yazısı “ülkemizde ana sağlık sorunu sağlığa ayrılan paranın azlığıdır” cümlesi ile başlamaktadır.

Sağlık sistemi tartışmaları para ile başlayıp para ile bitmektedir. Bu nedenle ülkemizdeki sağlık sorunlarının tartışılmasına bu noktadan başlamakta yarar vardır.

Sağlık hizmetinde görev yapan hekimler ve hekim öğretim üyeleri de çoğu zaman ‘çok üstün ve yararlı bir hizmet’ verdikleri halde emeklerinin karşılığının verilmediğinden yakınmaktadırlar. Hatta, işin bu kısmını bir yana bıraktığımız zaman bu kişiler, ülkemizde sağlık hizmetleri açısından para meselesi dışında çok da önemli bir sorun olmadığını düşünmektedirler.

Sağlık hizmeti sağlayıcısı olarak hekimler ne gibi bir hizmet vermektedirler? Verdikleri hizmet, gerçekten çok yararlı ve üstün bir sağlık hizmeti midir? Hekimler ne iş yapmaktadır? Hekimlerin çalışmasını ne belirler? Hekimler, hangi sınırlar içinde çalışmaktadırlar?

Bütün bu sorulara verilecek cevap sağlık hizmetlerinin amacının ne olduğu sorusuna verilecek cevap ile belirlenir. Bu soruya cevap verirken sağlık hizmetlerinin kamusal olması ile bu hizmetlerin özel şirketler (hastane ve kuruluşlar) tarafından verilmesi arasındaki farkın ne olduğu da açıklanmalıdır.

Kamusal bir hizmetin en önemli özelliği bu hizmetin kamu yararına ve kâr amacı olmadan verilmesidir. Burada toplumun bir kısmının değil bütününün yararı ön planda gelir.

Günümüzde, sağlık hizmetleri alanında yapılan işler, bir muayene ile başlayıp bitmemektedir. Sağlık hizmeti, muayene ile başlayan, giderek artan tetkik, tedavi ve girişimlerle devam eden ve daima sürekli kullanılacak bir ilaç, tıbbi malzeme ve cihazla devam eden bir süreç haline gelmiştir. Sağlık adına yapılan bu süreçte kullanılan ilaç, malzeme ve cihazların büyük bir çoğunluğu uluslar arası tıp karteli ismini verdiğimiz şirketler tarafından üretilmektedir. Bu şirketlerin hiç birisi kamusal hizmet anlayışı ile üretim yapmamaktadır. Tıp karteli, patent anlaşması ile kendi ürettikleri ürünlerin dışındaki ürünlerin üretim ve satışını engellemişlerdir ve tekel olmuşlardır. Sözde rakipleri de kartele ait diğer şirketlerdir. Sağlık hizmeti olarak ifade ettiğimiz süreçte çalışanların ücreti, otelcilik hizmetleri ve diğer giderler, harcamaların çok küçük ve önemsiz bir kısmını teşkil etmektedir. Devamlı veya gereksiz yere ilaç ve tıbbi teknoloji kullanan hasta veya toplum kesimi arttıkça, uluslar arası tıp kartelinin geliri artmaktadır.

Sanayide bir şirketin gelirinin artması, ürettiği ve pazarladığı bir ürünün piyasada yer alması, çok satması ve kullanılması ile mümkündür.

Sağlık hizmetlerinde kullanılacak ürünlerin ve hastaların sayısı (nasıl arttırılabilir? Hastada kullanılacak ilaç ve ürünlerin seçimi ticari pazarlama kurallarına göre mi, yoksa hekimin böyle bir endişe taşımadan bağımsız kararına mı bağlıdır?

Toplumlarda hastalık olarak tanımlanan bazı durumların prevalansı (görülme sıklığı) aşağı yukarı belli olup bu oran çok kısa sürelerde önemli bir değişiklik göstermez. Bu nedenle gereksiz kullanım gerekçeleri yaratmadıkça ve daha ucuz ve etkili tedaviler daha pahalı olanlarla yer değiştirmedikçe hasta sayısı ve harcamaların çok fazla oranlarda artması beklenmemelidir.

Kullanılacak ilaç ve ürünlerin seçimi ve tercihi yapılan propaganda, promosyon ve dağıtılan kâr payları ile sağlanmaktadır. Tıbbi ilaç ve ürünlerin dağıtımı ve kullanımı tamamen ticari bir süreçtir. Bu ticarette hastaların göreceği fayda veya tedavi önemli değildir. Tüketilen ilaç ve ürünlerin de büyük bir kısmı gene gerekli ve yararlı olmadıkları durumlarda kullanılmaktadır.

Günümüzde, daha etkili ve yararlı bir çok ilacın geliştirildiği ileri sürülmektedir. Bu üstün ilaçlarla hastalık ve hasta sayılarının daha da azaltılması beklenemez mi? Buna rağmen hasta sayısının ve sağlık harcamalarının durmadan artışı nasıl açıklanabilir?

Toplumda hasta sayısı ve dolayısı ile sağlık harcamaları azalmadığına ve durmadan arttığına göre, verilen sağlık hizmetlerinin etkisiz ve yararsız olduğunu söyleyebiliriz. Bu etkisiz ve yararsız sağlık hizmetinin diğer taraftan sağlık hizmetlerinde performansı ve hasta sayısını arttırdığından bahsedilmektedir.

Sağlık hizmetlerine daha fazla para ayrılmasını ve sağlık hizmetlerinde performansın ve verimliliğin arttırılmasını savunanlar, uluslar arası tıp kartelinin çıkarları doğrultusunda sağlık endüstrisinden gelir sağlayan özel şirket ve kuruluşlardır. Onların sözlüğünde performans “gelirlerinin artması anlamına gelir.

Bu amaçla uygulanan, Sağlıkta Dönüşüm Projesi, kısaca, sağlık hizmetlerinin devlet tarafından verilmemesi ve sağlık piyasasının uluslar arası tıp karteline devredilmesi demektir. Bu proje küreselleşme projesinin sağlık alanında uygulamasıdır. Küreselleşme ise, devletin tasfiye edilmesi, bütün üretim, endüstri ve ticaretin uluslar arası şirketlere devredilmesi demektir. Küreselleşme sömürgeleşme anlamına gelmektedir.

Sağlık hizmetinin değişik alanlarında görev alan bu şirketler için verim, bu ticaret için yatırdıkları sermayeye oranla elde ettikleri kazançtır. Yatırıma oranla ne kadar fazla para kazanırlarsa verim o kadar fazla demektir. Bu şirketlerin kazanç hırslarının bir sınırı yoktur.

Sağlıkta dönüşüm projesi ile kamu ilaç ve aşı fabrikaları kapatılmış, sağlık hizmetlerinde özelleştirmeler teşvik edilmiştir. Devlet ve üniversite hastaneleri de kâr amacı ile çalışan işletmeler haline sokulmuştur. Bu hastaneler bir vergi dairesine bağlandıkları gibi, aynen özel şirketlerde olduğu gibi kendi gelirlerini arttıran hekimlere performans adı altında kâr payı dağıtmaktadırlar. Bu hastaneleri çalışma tarzından dolayı artık bir kamu hastanesi gibi kabul etmek mümkün değildir.

Bugün bütün sağlık kuruluşları gelirlerini ve kârlarını arttırmak için çalışmaktadır. Bu da iki şekilde mümkündür; hasta sayılarını ve hastalara yapılan işlemleri (teşhis ve tetkik yöntemleri, muayene, kontrol, yatış, ameliyat, kullanılan ilaç ve tıbbi malzeme) arttırmak. İşte bu anlayış ve uygulamalarla 2003 de 5 milyar dolar olan kamu ilaç harcamaları 2006’da on milyar dolara çıkmıştır. 2002’de Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde 836 518 ameliyat yapılırken bu sayı 2005’de 2.7 kat artarak 2 2888 489 olmuştur. (1)

Sağlıkta dönüşüm ne kadar etkili bir dönüşümdür ki, bir anda hem hasta sayısı hem de yapılan tedavi ameliyatlar artmıştır. Muayene olan, ilaç kullanan ve ameliyat olan kişi sayısının birdenbire bu derecede orantısız artması, gerçekte hasta olmayan kişilere yapılan gereksiz tıbbi uygulamalar ve ameliyatlara bağlıdır. Hekimlere, hastane gelirlerini arttırdıkları oranda verilen kâr payı da hasta sayılarının bu derece artmasında etkili olmuştur.

Sağlık harcamalarını arttırmak için uygulanan siyasetler sonucu sosyal güvenlik açığı artmıştır. 2006’da 17.6 milyar YTL olan sosyal güvenlik açığının 2007’de 26.8 milyar olduğu ve 2008’de 28.8 milyar YTL’ye çıkacağı belirtilmektedir. (2) Yani toplanan primler ve devletin bu alana ayırdığı para bu arttırılmış sağlık harcamalarını karşılamakta yetersiz kalmaktadır. Bu şekilde hasta, ameliyat ve sağlık harcamalarında olan artış, gülünç bir şekilde iyi bir performans ve verimlilik gibi takdim edilmektedir.

Uluslar arası tıp kartelinin kontrolündeki sözde tıp bilimi”, bütün dünyada gelirini arttırmak için, ilaç ve tıbbi teknolojilerin kullanılacağı gerçekte hastalık olmayan bir çok uydurma hastalık ve bunlar için kullanılacak bir çok ilaç ve ürün geliştirilmiştir. Bütün bu ürünlerin çoğu, gereksizlik ve yararsızlıkları bir yana “birim yatırıma göre kâr payı çok yüksek olan” pahalı ürünlerdir.

Gereksiz tıbbi teknoloji kullanmanın insan sağlığına bir katkısı olmadığı gibi, bunlara bağlı olarak meydana gelen yeni hastalık ve tıbbi sorunlar da tıp kartelinin önemli bir kazanç kapısıdır. Sağlık hizmetlerinin ve ameliyatların ticari amaçlarla arttırılması, bu uygulamaların yol açtığı (iatrojenik-tıbbi uygulamalara bağlı) komplikasyonlar (hastalık ve sorunlar) ile yeni hastalıklara ve ölümlere neden olmaktadır. Bunların topluma verdiği zararlar o kadar fazladır ki, bunların neden olduğu ölümler ABD’de tüm ölüm nedenleri arasında üçüncü sırayı almaktadır. (3)

Sağlıkta dönüşüm ile bütün yapılanlar bunlar değildir. Bu dönemde sağlık alanındaki yolsuzluk, hortum ve kötü kullanımlar, şebekeleşme ve çeteleşmeler en yüksek seviyeye ulaşarak “varsayılan” haline gelmiştir.

Hastaneler bir yandan gereksiz tedavi ve ameliyatlarla gelirlerini arttırmaları için teşvik edilirken, diğer taraftan kendilerine yapmadıkları tedavi ve ameliyatları, kullanmadıkları ilaç malzeme, cihaz ve diğer ürünleri faturalama imkânları verilmiştir. Artan hasta ve ameliyat sayılarının bir kısmı da faturalama hileleri ile şişirilmiş, gerçekte yapılmayan ve kullanılmayan tedavi, girişim, ilaç, tıbbi malzeme ve cihazlara bağlıdır. Yapılmayan işlem ve ürünleri fatura eden hastanelerin bunları kanıtlama zorunluluğu yoktur. Bu da onlara, düzenledikleri faturaları keyfi olarak daha da şişirme imkânı vermekte ve teşvik etmektedir. Denetim mekanizması da tamamen felç edilerek, denetleyenlere yapılan bu usulsüz işlemleri sadece onaylama seçeneği bırakılmıştır.

Maliye Bakanlığı Muhasebat Kontrolörlerinin, 2006 yılı inceleme ve soruşturma faaliyetleri sonucunda, sağlık sektöründe 171 değişik suiistimal olayı ile devletin zarara uğratıldığı ve bu şekilde devletten çok yüksek tutarlarda para alındığı ve istendiğinin ortaya konulduğu belirtilmiştir. (4,5)

Faturalama yöntemi ile yapılan yolsuzluk ve hortumlamalarla hastane ve sağlık kuruluşlarına aktarılan kaynak, gereksiz tıbbi teknoloji ve ameliyatlarla yapılandan daha fazladır. Kısaca sağlık hizmetleri için ayrılan kaynakların büyük bir kısmı bu yöntemlerle sağlık hizmetleri için harcanmamaktadır!

Bu ve benzeri haberler sürekli olarak basında yer alırken bazı kesimler hâlâ sağlık alanında tek ve önemli sorunun sağlığa ayrılan para olduğunu iddia etmekte ve sözde hekimleri savunuyor görünerek tıp kartelinin ve şirketlerinin sağlık hizmeti adı altında sürdürdükleri pis ticareti savunmaktadırlar.

Sonuç olarak, uygulanan sağlıkta dönüşüm projesi, sağlık sistemini insanlara ve topluma zarar veren bir yapıya dönüştürmüştür. Getirilen sistem, hem gereksiz olarak yapılan hem de hâyâli olarak yapılmış gibi gösterilen harcamalarla, sosyal güvenlik sisteminden ve kişilerin kendi keselerinden yaptıkları harcamaları daha da arttırmayı hedeflemektedir. Bu halkın değil, sağlık ticareti vasıtası ile gelirlerini daha da arttırmak isteyen çevrelerin arzusudur.

Toplumun yararına olan, etkili, yararlı bir sağlık hizmetinin ulusal kuruluşlarla ve kamucu anlayışla verilmesidir. Böyle bir sistemde sağlığa ayrılan paranın azlığından şikâyet edilmez. Ticari olmayan bir sağlık hizmeti aynı zamanda pahalı da değildir. Sağlık hizmetlerinin insanlara zarar vermeden verilmesinin yegane yöntemi de budur.

* Prof . Dr. Hasan Yazıcı: Tam Gün Çalışmada Yanlışlar ve Tıp Fakülteleri İçin Öneriler. CBT (1 Şubat 2008), 1089:20

1. (28 Mayıs 2007, http://www.turksagliksen.org.tr/content/view/3826/55/ )

2. . http://www.ntvmsnbc.com/news/424458.asp?cp1=1

3. Gary Null PhD, ve ark. (http://www.mercola.com/2004/jul/7/healthcare_death.htm)

4. 1 HARCAYIP 10 GÖSTERDİLER (http://www.guncelhaber.com/Saglik/1-Harcayip-10-Gosterdiler-19685.html , 16.4.2008’de erişilmiştir. )

5. Sahte reçeteyle 1 milyon YTL vurgun.

http://www.haberturk.com/haber.asp?id=68320&cat=220&dt=2008/04/17

Dr. Uğur Yılmaz

herkesicinsaglik@gmail.com

(17.4.2008)

(2.5.2008'de CBT ekinde yayınlanan yazı)

Devleti hayali performansla soyuyorlar
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=691648

Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü tarafından özel tıp merkezi ile eczanelere düzenlenen operasyonda devletin sağlık sektörü tarafından nasıl dolandırıldığı ortaya çıktı.

İkisi doktor toplam 47 kişinin gözaltına alındığı operasyonda, yalnız bir dal merkezinin devlete zararının 2.5 milyon YTL olduğu belirlendi.

Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü, sağlık karnelerine usulsüz ilaç yazıldığı ileri sürülen eczanelere operasyon düzenledi.

Devleti her yıl haksız yere milyonlarca YTL zarara uğratan 31 eczaneye yönelik düzenlenen operasyonda, özel tıp merkezinde çalışan İ.A.ve S.T. adlı 2 doktor, 9 dal merkezi çalışanı ve eczane kalfası olmak üzere toplam 47 kişi gözaltına alındı.

Doktorların hastaneye gelmeyen hastalar adına işlem düzenleyip, "paket tahlil" yaptırıp devletten haksız para aldıkları belirlendi.

Anlaşmalı eczanelerden ise gelen sağlık karnelerine pahalı ilaçlar yazıp bu yolla eczanelere haksız kazanç elde ettirdikleri de tespit edildi.

Baskınlarda, çok sayıda sağlık karnesi ele geçirildi. Yolsuzluk operasyonunda zanlıların, eczaneye ilaçlarını almaya gidenlere "Bilgisayar arızalı, sistem yok" deyip sağlık karnelerini alıkoyup pahalı ilaçlar yazdıkları belirtiliyor.

Devletin hayali performansla dolandırılma işlemi ise şöyle işliyor: "Dal merkezine günde ortalama 20 kişi gelmesine karşın 100 kişi gelmiş gibi gösteriliyor. Doktorlar hastaneye gelmeyen hastalar adına gelmiş gibi işlem düzenleyip tahlil yapılmış gibi gösteriyor. Anlaşmalı eczanelerden gelen sağlık karnelerine ilaveler yapılıp bu yolla da eczanelere haksız kazanç elde ettiriliyor."

47 zanlının emniyetteki sorgusu halen devam ediyor. Zanlıların yarın Diyarbakır Adliyesi'ne sevk edilmesi beklenirken; polis sağlık karneleri kullanılan vatandaşlarında ifadelerine başvuruyor.

Şuana kadar 150 vatandaşın ifadesi alınırken; toplam bin kişinin ifadesine başvuralacağı kaydediliyor. Emniyet yetkilileri, Diyarbakır'da sadece bir dal merkezinin devlete bir yıllık zararının 2.5 milyon YTL olduğunu belirtiyor.

19 Mayıs 2008, Pazartesi

-------------------------------------------------------------------------------------------------

Diyarbakır'da sağlık vurgunu 18 Mayıs 2008
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/8970971.asp?gid=229&sz=96760


Sosyal Güvenlik Genel Müdürlüğü müfettişleri Diyarbakır'da büyük bir sağlık vurgununun ortaya çıkardı. 73 eczanenin karıştığı olayla ilgili olarak 53 kişi gözaltına alındı. Operasyon devam ediyor...


Sosyal Güvenlik Kurumu müfettişleri Diyarbakır'da bir tıp merkezi ile 73 eczanenin karıştığı büyük bir vurgunu ortaya çıkardı. Müfettişler ile Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlar Şubesi'nin birlikte yürüttüğü operasyonda, aralarında 2 doktorun da bulunduğu 53 eczane kalfası gözaltına alındı.

Sorgulamalar sürerken, zanlıların salı ya da çarşamba günü adliyeye çıkarılması bekleniyor. Öte yandan operasyonun daha da genilşletileceği ve eczacıları da içine alacağı gelen bilgiler arasında.

hurriyet.com.tr'nin edindiği bilgiye göre, Özel Diyarbakır Göğüs Cerrahisi Dal Merkezi'nde görevli iki doktorun hastaneye gelmeyen hastalar adına gelmiş gibi işlem düzenleyip devletten para aldığı, anlaştığı eczanelerden gelen sağlık karnelerine ilaveler yapılıp bu yolla da eczanelere haksız kazanç elde ettirdiği ortaya çıktı. Vatandaşlara bazı eczanelerde 'sistem kapalı' veya 'bilgisayarda arıza var' denilerek, eczacıların sağlık karnelerini aldıkları reçetelere pahalı ilaçlar yazdırdıkları anlaşıldı. Başmüfettişin isteği üzerine yürütülen gizli soruşturmada tıp merkezinde iki doktora suçüstü yapıldı, ayrıca ellerinde sağlık karneleri ile eczane görevlileri yakalandı.

Sosyal Güvenlik Başmüfettişi bazı hastalar adına sağlık raporu çıkartıldığını ve sahte küpürler düzenlendiğini de belirlediği, bu çalışmayı ocak ayından bu yana büyük bir titizlikle yürüttüğü öğrenildi.

50 MİLYONLUK ÖDEME YAPILAN YERDE MÜDÜR YOK

Diyarbakır'da sosyal güvenlik kurumu tarafından ilaç ve sağlık harcamaları için yaklaşık 50 milyon YTL ödeme yapılmasına rağmen Diyarbakır'da Sosyal Güvenlik İl Müdürü'nün bulunmadığı da ortaya çıktı.

Öte yandan Sosyal Güvenlik Kurumu Genel Sağlık Sigortası Genel Müdürü Dr. Sami Türkoğlu'nun görevden alınıp yerine Konya'da görevli bir veteriner hekimin atanacağına ilişkin kararname düzenlenmesi de kurumda büyük şaşkınlık yarattı.

-------------------------------------------------------------------------------------------------

Tiyatroda kanser ilacı yolsuzluğu

http://www.milliyetciforum.com/diyarbakirda-saglik-vurgunu-t17594.html?s=e17c5161325eaa91415a3e4c6a68d3ee&



25 Mart 2008 23:53


Devlet Tiyatroları'nda 50 bin YTL'lik reçeteden şüphelenen saymanlık memuru 20 kamu kuruluşunu kapsayan bir ilaç vurgununu ortaya çıkardı.

Vurgunun sadece Kültür ve Turizm Bakanlığı boyutu 750 bin YTL..

Ankara'da Devlet Tiyatroları merkez olmak üzere 20'ye yakın kamu kurumunu saran bir ilaç vurgunu ortaya çıkarıldı. Vurgun Ankara Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü Saymanlık memuru Meryem Deveci'nin dikkati sayesinde belirlendi. 40-50 bin YTL'lik reçetelerde imza ve kaşelerin farklı olduğunu, doktorlara ait imza ve kaşelerin de birbirini tutmadığını fark eden Deveci, durumdan amirlerini haberdar etti. Saymanlık yetkilileri diğer reçeteleri de inceleyerek ilk etapta 25 reçetenin daha benzer şekilde olduğunu tespit etti. Toplamı 537 bin YTL tutan bu reçetelerin bedellerinin ödenmesinin durdurulması için Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'ne yazı yazıldı. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin olayın Kültür ve Turizm Bakanlığı müfettişler tarafından soruşturulmasını istedi.

KANSER İLACI

SABAH'a bilgi veren Bilgin, "Meblağın bu kadar büyük olabileceğini tahmin etmiyordum" dedi. Şu anda ödemesi durdurulan kısmın 750 bin YTL'yi bulduğunu belirten Bilgin, kanser ilaçlarının çok pahalı olduğunu, iki üç tane ilacın sağlık karnesine yazılması halinde faturanın 40-50 bin YTL'yi bulduğunu hatırlattı. Ankara Atatürk Hastanesi doktorları ile Ulus semtinde bir eczanenin olaya karıştığı belirlendi. Eczanenin 20'ye yakın kamu kurumuyla anlaşması olduğu vurgulandı.

SABAH

Haber'in Kaynağı|Tiyatroda kanser ilacı yolsuzluğu


KUTLU DOĞUM HAFTASI MÜNASEBETİ İLE

KUTLU DOĞUM HAFTASI MÜNASEBETİ İLE

Türkiye’nin küreselleşme yöntemi ile sömürgeleştirilmesinin diğer bir ayağı da dinin değiştirilmesidir. Bu şekilde İslâm dini ve Müslümanlar Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olabilir ve Müslüman ülke ve haklara karşı savaştırılabilir.

Emperyalist ülkeler yönetmeyi ve kendi mücadelesi için herkesi kullanmayı çok iyi bilmekte ve becermektedirler. Yılların tecrübesi vardır. Bu nedenle sağcı ile sağcı, solcu ile solcu, sosyal demokratla sosyal demokrat, Müslümanla Müslüman, milliyetçi ile milliyetçi, Kürtçü ile Kürtçü kesilir. Bu hareketlerin hepsini zamanla kendi siyasetlerini savunacak ve kendisi için savaşacak hale getirir.

Bu cümleden olmak üzere dinin bozulması ve küresel veya masonik tek din projesinin hayata geçirilmesi gerekir. Bu da bir yandan İslâm’ı yozlaştırmak, uysallaştırmak ve bazı sivri kısımlarını törpüleyerek din alanında da “medenileşme”yi sağlamakla olmaktadır. Bu projenin mantığı kabaca şudur. Masonlukta bütün dinler (semavi dinler-Kuran’a göre tek semavi din İslamiyet’tir), aynı dinin bir mezhebi gibidir. Bu dinlerin üzerinde tanrı olarak bu dinlerin tanrıları ile aynı anlamda olmayan “kainatın ulu mimarı” denen bir tanrı vardır.

Yoğun gibi görünen dini eğitime rağmen halkımız dinini de öğrenememiştir. Herhangi bir tarikatın müridi olmayı Müslümanlık zannetmektedir. Tarikatın kurallarını ve siyasetini İslâm’ın siyaseti zannetmektedirler. Bu kişiler dini, felsefi bir soru olan “kainatı kim yarattı ?” sorununa verilen cevap olarak algılamaktadırlar. Bu soru cevaplayanları dini olan ve olmayan diye ikiye ayırmaktadır. Bu soruya cevap Allah yarattı ise, her dinin ayrı ayrı Allah’ı olmayacağına göre, bütün dinlerin Allah’ı aynı Allah’tır gibi Aristo mantığına göre bir sonuca ulaşılmakta ve bu hatalı düşünce tarzı bir anda masonlukta olduğu gibi Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığı kardeş din veya Kainatın Ulu Mimarının mezhebi durumuna sokmaktadır.

Kura’nı Kerim’e göre bu düşüncede olanlarla, Yahudi ve Hıristiyanları veli tayin edenler kâfirdir. Kur’an, diğer dinleri kardeş ve meşru bir din gibi kabul etmediği gibi, bütün dünya Müslüman oluncaya kadar kafirlerle (kafirler bugün Yahudi ve Hıristiyan Emperyalistlerdir) savaşmayı emreder.

Kur’an'da kafir tanımı nettir. Bunlar Müşrikler (birden fazla tanrıya inanan puta tapanlar), Yahudi ve Hıristiyanlar’dır. Yahudilik bir din değil kavim ismidir. Dinsizler ve Budistler kafir değildir. Kur’an'da geçen peygamber isimleri (İbrahim, İsa, Musa, vb. ayrı dinlerin peygamberleri olarak değil, Allah’ın Müslüman peygamberleri olarak geçmektedir. Hıristiyanlıktaki İsa ve Musevilikte Musa, İbrahim gibi kavramlar, Kuran’daki İsa ve Musa değildir.

Hıristiyanlıkta hem çok tanrılılık (Allah, Ruhül Kudüs ve İsa), hem puta tapma (Çarmıha gerilen İsa ve Meryem’e ibadet) ve hem de dini kişilere (Vatikan tarafından aziz ilan edilen kişilere tapma-bizdeki tarikat liderlerine tapma ve ibadet gibi) vardır. Kur’an'a göre yukarıdaki açıklamalardan ayrı olarak İsa’nın Allah’ın oğlu olduğuna inanılması da gene ayrı bir kâfirlik nedenidir.

Müslümanların, tanrıları ayrı ayrı olan Yahudi ve Hıristiyanlarla bir arada ibadet etmeleri Türkiye’deki emperyalist bir proje olan, bu dinler arası dostluk ve Ilımlı İslâm projesine kadar söz konusu bile değildi.

İslâmiyet’i Hıristiyanlaştırmak ve Judaize etmek (Musevileştirmek) için yapılan diğer ameliyatlar şunlardır:

Türban’ı İslâmiyet’in şartı olarak ilan etmek; Örtünmek İslâmiyet’te bir koşul, şart ve emir değil, bir tavsiyedir. Günah değildir, haram değildir. Örtünmeyen dinden çıkmaz ve günaha girmez. Türban tarzı örtünmek Yahudilerde ve Hıristiyanlar’da bir dini kıyafettir ve Vatikan’da ve diğer kiliselerde bütün rahibeler “turban takarlar”. Turban konusunda Türkiye’de hemen bütün tarikat ve mezhepler aynı görüştedir. Recai Kutan, turban takmayı ibadet olarak adlandırmıştır.

Yahudi ve Hıristiyanlığa ait dini kimlik veya kişiler aynı zamanda İslâmî kişiler kabul edilerek takdim edilmektedir. Hz. Meryem filmi bunlara bir örnektir. Baştan sona Hıristiyanlık propagandasının yapıldığı bu filimde açıkça Hıristiyanlık propagandası yapılmakta, ve özellikle Ramazanda bu filimler tekrar tekrar gösterilerek Müslümanların beyni yıkanmaktadır. Halkımız da bu filmlerde anlatılan Hıristiyanlığı, Müslümanlık zannetmektedir.

Bir çok türbanlı ve Ilımlı İslamcı ibadet için kiliselere gitmekte ve kiliseleri Allah’ın evi kabul etmektedir. Her yerde kilise, sinagog açmak ve bu dinleri yaymak için misyonerlik yapmak serbest bırakılmıştır.

Bir Hıristiyanlık günü olan St. Valentine günü ülkemizde dini bir gün olarak kutlanmakta, ve Müslümanlığı bu şekilde medenileşmiş halkımız bunu pek sevmektedir.

Kur’an'ın çevirilerinde bazı ayetler ve bir çok dini kitapta Hz. Muhammet’in son peygamber olduğu çıkarılmıştır. Ki bu İslâmiyet’in en önemli şartıdır. Kur’an'ı tahrif etmeye çalışan çevreler Kur’an'daki bazı cümle ifadeleri kendi istedikleri gibi yorumlayarak İsa Mesih’in bu yorumlara göre tekrar dünyaya geleceğini ve bunun Kur’an’ın da kabul ettiği yalanını yaymaktadırlar. Mesih tekrar gelirse, bu durumda Hz. Muhammet son peygamber olmaz. Mesih inancı Yahudilerde ve Hıristiyanlar’da vardır. Bu şekilde hem Mesih kavramı İslâmiyet’e sokulmakta hem de Mesih olarak gelecek olan Hıristiyan peygamberi Müslümanlığa eklenmektedir.

Halkımız yıllardır kurban bayramında kurban kesmektedir. Ve her yıl kurban bayramlarında kurban kesilmesi insanlık dışı bir vahşet gibi TV ve gazetelerde gösterilerek, halklın zihninde İslâmiyet vahşi, ilkel bir dini gibi gösterilmektedir.

Bu kavram ve dönüşümlere paralel olarak İslâmi geleneğe 1989’dan itibaren “kutlu doğum haftası” denen bir gün daha eklenmiştir. Bu tarihe kadar hiçbir İslâm ülkesinde Hz. Muhammet’in doğum günü kutlanmamakta idi. Bu gün vesilesi ile Hıristiyanlıktaki Noel kutlamalarına benzer bir kavram Müslümanlığa sokulmuş olmaktadır.

Ilımlı veya Hıristiyanlaşmış ve Musevileşmiş İslâmiyet’le neler başarılmıştır:

1. Müslümanlara göre laik bir devlette (Türkiye Cumhuriyeti) Ortodoks Hıristiyan bir din devletine izin verilmektedir. Ilımlı Müslümanların Müslümanlığı bunu kaldırmaktadır.

2. Asırlardır Müslüman ve Türk olan Kıbrıs, anlaşmalarla sağlanan yasal haklarımızdan vazgeçilerek Hıristiyan Ortodoks Rum’lara devredilmektedir. Ortodoks Rum’lar artık dost olmaktadır.

3. Ermeni tezleri ve soykırım iddiaları kabul edilmektedir. Türk halkına Kurtuluş savaşını yapan atalarının katil ve soykırımcı olduğu benimsetilmeye çalışılmış ve bunda başarı da kazanılmıştır. Ermeni soykırımı iddiaları’na karşı mücadele eden Talat Paşa komitesine Devletin ve siyasi partilerin hiçbirinin destek vermemesi bunun en büyük kanıtıdır.

4. Türk ordusu ABD işgal güçleri ile birlikte Somali, Afganistan ve Lübnan’a gönderilmiştir. Saddam kavramı da kullanılarak Müslüman Irak’ın İşgali desteklenmiş, ABD silahlı kuvvetlerinin havaalanı ve lojistik ihtiyaçları Türkiye’den sağlanmıştır. ABD’nin Irak’ı medenileştirdiğini sanan Türk halkının Irak işgali ve buradaki soykırıma kayıtsız kalması sağlanmıştır.

5. Hıristiyan AB ve ABD’nin küreselleşme siyasetleri olan AB projesi, Büyük Orta Doğu Projesi gibi projeler, ekonominin İMF tarafından kontrol edilmesi gibi uygulamalar, AB’ye uyum yasaları ve Gümrük Birliği Ilımlı İslâm anlayışı ile kolayca başarılmıştır.

Türkiye’deki bu ılımlı İslamcıların Kurtuluş savaşında Kuva-i İnzibatiye’nin [P1] İngiliz ve Yunanlılarla birlikte Türk ordusuna karşı savaştığı gibi gelecekte de aynı safta yer alacağı kesindir.

Ilımlı İslamcılığın İslâmiyet ve Müslümanlık ile bir ilişkisinin olmadığı açıktır. Buna rağmen bu kesim özellikle “laikliği” savunanlar tarafından İslâmcı olarak nitelenmektedir. Bu kesimin Türban’a İslâmi bir simge olarak karşı çıkması, diğer kesimin kamu oyunda kendisini Müslüman olarak göstermesini kolaylaştırmaktadır. Laiklik adına turbana karşı çıkılırken, sözde laikliği savunan kesim de halkın diğer bir kesimine Müslüman diyerek karşı çıkarılmaktadır. Ayrıca bu kesim Ilımlı İslâm’ı bir ABD, AB projesi olarak değil bir İran projesi olarak da halka yutturmaya çalışmaktadır.

Bu noktada yapılması gereken şey Ilımlı İslâm’a laiklik açısından değil, İslâmiyet açısından karşı çıkmaktır. Çünkü İslâmiyet’te günlük yaşamı dinileştirecek özellik ve günler yoktur. Namaz’ın da, daha sonra kazası vardır. Ama diğer dinlerde bu böyle değildir. Meselâ, Yahudiler Cumartesi çalışmazlar. Bu nedenle tatil yapılmıştır.

Güney Kore’de ABD işgali ve etkisi ile halkın % 60’ı Hıristiyan yapılmıştır. Türkiye'de de halkı bölmek için misyoner faaliyetlerine hız verilmektedir. Hatta, Müslümanların din değiştirebileceği konularında bile fetva verilerek halk din değiştirmesi için teşvik edilmektedir. Günümüzde gerçek Müslüman Türk halkının, çoğu emperyalizmin işgal ve soykırımı altında olan Müslüman halkları desteklemesi ve ona sempati beslemesi İslâmî kimliğini de korumasına bağlıdır. Bu nedenle Ilımlı İslâm’ı, turbanı savunan kesimlere karşı “dinci” sıfatının kullanılması çok ciddi bir hatadır. Çünkü bunlar dinci değildir. İsimleri ile hitap etmek gerekirse bunlar gizli Hıristiyan ve Yahudi olabilirler. Müslümanlık başka bir kavramdır. Dost bir kavramdır.

Türkiye’de siyaset küreselleşme ve buna karşı ulusalcılık ekseninde gelişmektedir.

Küreselleşme siyasetlerine sadece dış siyaset anlamında değil, içerideki uygulamalarına da karşı çıkmak gerekir. Bizim için AB’nin sömürgesi ve müstemlekesi olmak bir medenileşme projesi olamaz.

Bu nedenle küreselleşmenin kavramlarına ve siyasetlerine karşı da doğru bir şekilde mücadele edilmelidir. Emperyalizme karşı savaşan Müslüman devlet ve halklara karşı sevgi ve dayanışma göstermek gerekmektedir.

Bu nedenle “kutlu doğum haftasından” bana ne diyemiyorum.

Kutlu doğum haftanız kutlu olmasın!

20.4.2008


[P1]Kurtuluş Savaşı'nda İstanbul Hükümeti'nin TBMM Hükümeti'ne karşı kurduğu, yarı resmi askeri örgüt. Hilafet Ordusu olarak da bilinir.

GATS ANLAŞMASI KAPSAMINDA BULUNAN HİZMET SEKTÖRLERİNİN SINIFLANDIRILMIŞ LİSTESİ

GATS ANLAŞMASI KAPSAMINDA BULUNAN HİZMET SEKTÖRLERİNİN SINIFLANDIRILMIŞ LİSTESİ Çeviri: Selim Yılmaz Aşağıdaki sınıflandırma 1994...