TÜRBAN SİYASETİ, TTB VE ÜNİVERSİTELER

30.01.2008
TTB BASIN AÇIKLAMASI
Hekimler olarak; riyakar takiyeci siyasetin gerici adımlarından kaygılıyız.
Anayasa'nın değiştirilemez nitelikteki 2. maddesinde ifadesini bulan "... insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti" ilkesine bağlı bir meslek örgütü olarak, AKP-MHP ittifakı sonucu gündeme yeniden getirilen ve bütün toplumsal sorunların önüne geçirilen "türban sorunu" ile ilgili gelişmeleri ibretle izliyor ve bu konudaki değerlendirmelerimizi ve kaygılarımızı kamuoyuna sunmak istiyoruz.
1950'li yıllarda başlayan ve 1980 askeri darbesiyle hız kazanan, sola karşı dinci ve milliyetçi akımları güçlendirme politikaları, mecburi din dersleri, alabildiğine yaygınlaştırılan Kur'an kursları, imam hatip okulları ve tarikat örgütlenmeleri toplumsal dokuyu adım adım dinselleştirdi. 22 Temmuz 2007 seçimlerinin ardından iyice hız kazanan bu süreçte AKP önce kendisi ile uyumsuz olan yöneticileri kendisi gibi İslamcılarla değiştiriyor, ardından da o alanı sermayenin iktisadi talepleri ve kendi İslamcı ideolojisi temelinde yeniden düzenlemeye yöneliyor. Üniversiteler ve türban konusu da bu sürecin planlı bir aşamasıdır. Ekonomide uluslar arası/ulusal sermayenin IMF/DB patentli emekçi karşıtı neoliberal programını uygulamayı sürdüren, dış politikada tümüyle ABD'ye yaslanan AKP, kendi seçmen tabanını da dinsel motifleri öne sürerek tutmaya çalışıyor. Türbana yeşil ışık yakan yeni YÖK başkanının aynı zamanda üniversiteleri tümden paralı hale getirmek istemesi tesadüf değildir.
ABD'de başlayıp belirtileri ülkemizde de görülmeye başlanan ekonomik krizle birlikte AKP'nin kendi başlattığı "Yeni Anayasa" tartışmasının sonlanmasını dahi bekleyemediği görülmektedir. Yapılmaya çalışılan; emekçi kesimin ciddi biçimde hak kayıplarına uğrayacağı sağlık, eğitim, sosyal güvenlik ve çalışma yaşamına dair birçok yasal düzenleme gerçekleştirilirken üzerlerinin "türban" ile örtülerek gizlenmesidir. Halen ülkemizde İslam dininin bir mezhebi Diyanet İşleri Başkanlığı ve zorunlu din dersleri yoluyla örgütlenmekte iken, bu antidemokratik durumu düzeltmek için kılını kıpırdatmayan, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya dönük ekonomik, sosyal ve siyasal hiçbir düzenleme yapmayan bir iktidarın türban girişiminin amacının özgürlükler olmadığı açıktır.
Türban, basit bir başörtüsü olmayıp, dinci gerici siyasi hareketin simgesidir. Bu hareket, kadınlarımızı kendi bedeni hakkında dahi karar veremeyen Ortaçağ'dan kalma baskıcı, cinsiyetçi ilişkilere tutsak etmeye çalışmaktadır. Bu zihniyetin emekçileri sömürmek, emekçilerin her türden örgütlenme ve demokratik mücadele hakkını ellerinden almak konusunda, büyük sermayeyle ve resmi devlet politikalarıyla hiçbir sorunu yoktur. Bugün toplumun 1/3'ünün yoksulluk sınırında yaşamasında, toplumun büyük bölümünün ianeye muhtaç hale getirilmesinde türbanı savunan MÜSİAD'ın katkısı TÜSİAD'ınkinden daha az değildir.
Yükseköğrenim kurumlarında kuşkusuz her türden kıyafet serbest olmalıdır. Demokratik bir üniversitenin doğal ortamı ayrıksı kıyafetlerden doğabilecek sıkıntıları hiçbir mağduriyet yaşatmadan kendiliğinden giderebilir. Fakat dinsel semboller ya da anlamlar içeren kıyafetler ancak laikliğin gerçek anlamda teminat altına alındığı koşullarda serbest olabilir. Bu nedenle türban, kıyafet serbestliği kapsamında değerlendirilemez. Halen Anadolu'nun (hatta büyük kentlerin) birçok üniversitesinde Ramazan'da oruç tutmayan öğrencilere baskı uygulayan bu zihniyetin bundan böyle türban takmayan kız öğrencilere de baskı uygulayacağını öngörmek kehanet sayılmamalıdır.
Laikliğin gerçek anlamda teminat altına alındığı koşullar içinse devlet bütçesinden hiçbir dinin mensupları için kaynak ayrılmamalı, inanç grupları kendi dinsel ihtiyaçlarını kendileri finanse etmeli, devlet bu alanda sadece laiklik adına düzenleyici ve denetleyici olmalı, din dersleri Anayasal zorunluluk olmaktan çıkarılmalı, bir kimsenin reşit olsun ya da olmasın bir dinin ibadetine ya da ritüeline katılmaya ya da dinsel nedenlerle örtünmeye zorlanması her kim tarafından yapılırsa yapılsın suç kabul edilmelidir.
Toplum yaşamını dine dayandırmak yönündeki girişimlerin antidemokratik olduğu pek çok ülke deneyiminde ve ulusal-uluslar arası hukuk kararlarıyla sabittir. Bu girişimlerin amacı toplumsal yaşamı gericileştirmek, aydınlanmanın temel ilkelerini toplum yaşamından silmek, laikliği kökten zedelemektir. Türban edecektir.
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
MERKEZ KONSEYİ

TÜRBAN SİYASETİ, TTB VE ÜNİVERSİTELER

Sadece Sağlıkta Dönüşüm Projesi değil, toplumu ilgilendiren diğer konularda da TTB ve diğer meslek örgütleri daima basmakalıp bir siyaset gütmektedir. TTB üniversitelerde türban denen başörtüsünün resmi giysi haline getirilmesi için verilen mücadeleye karşı çıkarken, “türban” siyasetini savunan siyasi partilerin kendilerini İslamcı partilermiş gibi göstermelerine de yardım etmiş olmaktadır. (30.1.2008 tarihli bildiri) TTB bir yandan türbanın “dinci gerici siyasi hareketin simgesi” olduğunu söylerken, diğer taraftan türbanın “laikliğin gerçek anlamda teminat altına alındığı koşullarda” serbest olabileceğini söylemektedir.
Türban konusu İslâmiyet’le ilgili dini bir konu değildir. Günümüzde bütün dünyada uygulanan ABD’nin diğer küreselleşme projeleri gibi dinlerin de yeniden şekillendirilmesi ve birleştirilmesi söz konusudur. Ülkemizde bu projenin adı ılımlı İslâm adı altında İslâmiyet’in bozularak Hıristiyanlık ve Musevilik dinleri ile kardeş bir din haline getirilmesidir. Bu proje aslında “İslâmiyet’in Yahudi ve Hıristiyan kültürü temelinde yeniden şekillendirilmesidir. İslâmiyet, “dinler arası diyalog,” “dinlerin ve kültürlerin kardeşliği” sloganları ile Hıristiyanlık ve Museviliğe yaklaştırılırken, temel ilkeleri de dinamitlenmektedir. “Türban siyaseti” Müslümanlığın ve imanın şartlarını ve koşullarını ortadan kaldırarak yeniden tanımlamaktadır. Bu şekilde İslâmiyet’te daha önce bulunmayan türban takma koşulu bir İslâm’ın ve imanın şartı haline getirilmiştir. Bunu sadece AKP değil, dini siyasette kullanan diğer partiler de (Saadet, Bağımsız Türkiye Partisi, BBP, MHP gibi) de aynı şekilde savunmaktadır. Bu partilere karşı olduklarını söyleyen partiler de devamlı olarak türban’ın dinin veya radikal İslâm’ın bir giysisi olduğunu söyleyerek “laiklik” açısından karşı çıkmaktadırlar. Hem türbanı savunan hem de karşı çıkan siyasi hareket ve partiler Türkiye’nin ABD ve AB’ye bağlanması, bölünmesi, Ermen soykırımını iddialarının kabul edilmesi, Kıbrıs’ın Rumlara verilmesi, Ermeni Patrikliği’nin Vatikan gibi bir din devleti olmasını, ABD’nin İslâm ülkelerindeki saldırı ve soykırımlarını, ülke topraklarının ve kaynaklarının yabancılara (Hıristiyan) satılmasını desteklemektedirler. Bunların Müslümanlığı bu “haçlı siyasetlerini” desteklemeye engel değildir. İşte bunu sağlayan şey “türban siyaseti” ve bu siyasetin başarısıdır. Türban konusunda ne yazık ki ulusalcı ve antiemperyalist kesimler doğru bir siyaset geliştirememiş ve “laik’liklerine halel geleceğini düşünerek bunu Yahudi ve Hıristiyan dini ile ilgisini eleştirmemişlerdir. Türbanı İslâmi bir simge gibi göstererek İslâm dinini değiştirmeye çalışan zihniyetle buna “radikal İslâm’ın simgesi gibi kabul ederek karşı çıkan her iki kesimin de ortak özelliği Hıristiyan Batı’nın Türkiye’yi bölme ve parçalama projesi olan AB projesini desteklemeleridir. Emperyalizm kendi yarattığı tezi (türban) ve anti tezi (türban takmak İslâmiyet’e aittir) kullanarak toplumu bölmekte ve bu arada diğer projeler gayet tıkırında gitmektedir.
Üniversite rektörleri de türban nedeniyle AB’ye girmemizin engelleneceğini düşünerek buna karşı çıkmaktadırlar. Hâlbuki Yahudi ve Hıristiyan dini kültürü temelinde kurulan AB için bu dinlere göre farz olan türban gibi bir kıyafet tepki yaratmaz.
Bu kesimlerin türbanı savunan siyasi hareketleri Müslümanlık ve dincilikle suçlaması, kendisini Müslüman gören Türk halkı arasında İslâmiyet karşıtlığı olarak da algılanmış ve bu siyasi hareketler giderek güç kaybetmişlerdir. Türkiye’de sömürge alt yapı ile birlikte halkımızın kültürü, dili ve dininin tamamen değiştirilmeye başlanmıştır. Artık evlenme törenlerine “iyi günde, kötü günde”, ölen birisinin arkasından “toprağı bol olsun” gibi Hıristiyanlığa ait ifadeler günlük konuşmalarımıza girmiştir. Halkımız kurban bayramının yanında, Hıristiyanlar gibi çılgınlar “Sevgililer Günü” (St. Valentine günü)nü kutlamaktadır. İngilizce resmi dil haline gelmiş olup tabelalar ve yer isimleri dahi İngilizce verilir olmuştur. Bu koşullarda halkımızın dilini, dinini ve kültürünü savunmak bir mecburiyettir. Bu gün Türkçe konuşmak, Türkçe müzik dinlemek ve İslâmiyet’i savunmak ulusalcılık ve emperyalizme karşı çıkmaktır. Eğer böyle yapılmazsa günün birinde Türkiye emperyalist boyunduruktan kurtulup bağımsız olduğunda bile Tunus, Cezayir, Hindistan gibi dilini de unutmuş olabilir.
TÜRBAN NEDİR?
Kelime anlamı sarık, sarığa benzer başlık olup önceleri bir kadın örtüsü olmaktan çok bir erkek kıyafetidir. Türban denen bu kıyafet Hindistan’da Sih’lerin ve Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahların kıyafetidir. İslâmi toplumlarda başlangıçta bir erkek giysisidir.
Türban takmak Kur’an’a göre ne İslâmiyet’in ne de imanın şartıdır. Dini siyasete alet eden bazı siyasetçilerin dediği gibi bir “ibadet” şekli değildir.
Kur’an’da başın örtülmesi emredilmemiştir. Daha da doğrusu örtünme bir emir ve kural değil bir tavsiyedir. Örtünmeyen kişi günaha girmez ve kâfir olmaz. Faiz, domuz eti yemek gibi fiillerde olduğu gibi haram değildir. En basit hukuk kuralına göre suç olarak tanımlanmayan böyle bir fiilin cezası da yoktur. İslâmiyet’te önde gelen kural, iman veya inanç olup ibadet bundan sonra gelir. Kur’an’a göre kadınların zina yapması dahi onların dinden çıkmalarına neden olmadığı gibi zina da dini olarak günah ve suç olarak tanımlanmamıştır. (Nisa suresi, 14. Ayet) Başını veya vücudunun bir yerini örtmeyen kişinin günaha girmesi veya dinden çıkması da söz konusu olamaz. Bu tür inançlar İslâmiyet’e bağlanamaz.
Türbanı İslâmiyet’e bir inanç ve şart gibi sokmak İslâmiyet’i değiştirdiği için aynı zamanda münafıklıktır. Bu münafıklık olup böyle bir fiili işleyenler için Kur’an’da çok ağır cezalar emredilmektedir.
“Türban” takmak veya başı örtmek dinler arasında önce Yahudilikte ve daha sonra da Hristiyanlık’ta mecburidir ve şarttır. Türban Hıristiyan rahibelerin kıyafetidir. Bu kıyafeti herkes Meryem ana resimlerinde de olduğu gibi rahibelerin başında görebilir. Ayrıca bu yeni türban dininde Meryem ana da İslâmi bir kişilik kazanmıştır. Dini TV kanallarında özellikle Ramazan ayında “Hz. Meryem” adı altında gösterilen filimle Türk halkına hem de Ramazan ayında Hıristiyanlık propagandası yapılmaktadır. Bugün türbanlı bir İslâmiyet’i savunanlar “burası da tanrının evi” diyerek kiliselere gitmekte ve dua etmektedirler. Bu kişiler Efes’teki Meryem ana evinde İslâmi bir kişilik olmayan “Meryem analarına” dua etmektedirler.
YAHUDİLİK ve HIRİSTİYANLIK İSLÂMİYET’E GÖRE MEŞRU ve KARDEŞ BİR DİN OLABİLİR Mİ?
Ülkemizde komik olan bir durum da türban adına dini siyaset yapan siyasi akımların dini bilmemeleri veya bilerek tahrif etmeleridir. “Türban” merkezli bozulmuş bir İslâmiyet’i savunanlar ve din adamları papaz ve hahamlarla ortak ibadet yapmaktadır. Eskiden sadece cami yaptıran siyasetçiler şimdi camilerin yanında cemaati olmadığı halde bir kilise ve sinagogu beraber açmaktadır. AB’nin bütün önemli kararları tarihi kiliselerde imzalanmaktadır. Bütün AB liderleri AB’nin Yahudi ve Hıristiyan kültürü temelinde kurulduğunu söylemektedir. Daha önce sadece Hıristiyan kültürü denmekteydi. Şimdi buna bir de Yahudilik eklenmektedir. AB’de de tek dünya dini yaratma projesi bu şekilde sürdürülmektedir. Hıristiyanlık tek tek her AB ülkesinin anayasasında meşru ve egemen bir din olarak kabul edildiği gibi AB anayasasında Hıristiyanlığın egemenliği kabul edilmektedir. AB ve AB’yi meydana getiren ülkeler laik ve demokratik değildir. Dolayısı ile Müslümanlığı savunan kişi ve partilerin sırf bu nedenle AB’ye karşı olması gerekirdi.
Kur’an, Yahudililik (Musevilik) ve Hıristiyanlığı meşru bir din olarak kabul etmez. Kur’an’a göre “Allah nezdinde din İslâm’dır.” (Ali İmran) Kur’anda geçen peygamberin hepsinin dini İslâm olup, İsa ve Musa isimleri hiçbir zaman Hıristiyanlık ve Musevilikle birlikte zikredilmez ve bu dinlere bir meşruluk kazandırılmaz. Kur’an “üç semavi dini” kabul etmez. İslâmiyet dışında diğerleri bozulmuş olduğundan meşru değildir. Kur’an’da “kâfir’ kelimesi sadece “Yahudi ve Hıristiyanlar” için kullanılır. Budistler, dinsizler ve başka dine inananlar Kur’an’a göre kâfir değildir. Ayrıca Yahudilik bir din değil bir Irk’ın veya kavmin adıdır. Kur’an’da bu şekilde geçmesi Yahudilerin kavim olarak da kâfir olarak kabul edildiğini göstermektedir.
Türban’ı dini bir ilke gibi savunan kişi’ler aslında Hıristiyanlaşmış ve Musevileşmiş bir İslâmiyet’i savunmaktadırlar. Bu şekilde “türban Müslümanlığı” da, Kuran’a göre Hıristiyanlık ve Musevilik gibi “bozulmuş bir Müslümanlıktır.”
Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığı kardeş dinler olarak görmek veya göstermek aynı zamanda masonik bir din anlayışını da yansıtmaktadır. Masonlukta bütün dini kitaplar eşit olarak bir kürsünün üstünde durmakta ve hepsinin üstünde “kâinatın ulu mimarı” denen masonluğun tanrısı bulunmaktadır. Bu tabloda bütün dinler “kâinatın ulu mimar”ının dininin mezhebi olmaktadır. “Tanrı tek olduğuna göre Hıristiyanlık ve Musevilikteki tanrı aynı değil mi?” aldatıcı sorucu insanları bu noktaya getirmektedir. Hâlbuki eğer soruna böyle yaklaşacaksak, Hristiyanlık ve Musevilikteki tanrının aynı olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü bu dinlere göre Müslümanlık kâfirlik olduğu gibi Hıristiyanlıkta İsa “tanrı’nın oğlu ve tanrı”dır. (Tevbe suresi, Ayet 30,31) Ayet) Böyle bir inanış şablonu ister istemez Müslüman’lara, Yahudilerin Üzeyir peygamberinin ve Hıristiyanların İsa peygamberinin hem bu dinlerin meşru peygamberi hem de tanrı veya tanrının oğlu olduğunun kabul ettirilmesi anlamına da gelmektedir. Burada birden fazla tanrı söz konusudur. Hâlbuki İslâmiyet’in temel şartlarından birisi Allah’ın tek olması ve Hz. Muhammet’in Allahın son peygamberi olmasıdır. Müslümanlıkta “tek olan “Allah” diğer dinlerle paylaşılmaz. Hıristiyanlıkta kardinaller tarafından aziz olarak ilân edilen kişiler bile tanrısal bir hüviyet kazanabilmektedir.
İslâmiyet’in “Yahudi ve Hıristiyan’ları “kâfir” olarak tanımlanması İslâmiyet’in önemli bir mucizesidir. Çünkü Hıristiyanlık aynı zamanda emperyalizmin de dinidir. Emperyalizm daima emperyalist işgal, sömürü ve soykırımlarını Hıristiyanlığı yayma idealiyle gizlemiş ve Türkiye’de olduğu gibi emperyalizmin orduları ile birlikte, bir misyoner ordusu da işgal edilen ülkelere gönderilmiştir. Lâtin Amerika ve Afrika’da işgalle birlikte Hıristiyanlık bu şekilde yerleştirilmiş ve halkın dini değiştirilmiştir. ABD Güney Kore’de dahi halkın % 60’ını Hıristiyan yapmıştır. Ülkemizde de dinlerin kardeşliği adı altında misyonerliği savunanlar da türban siyasetini savunan yeni haçlılardır. Bunlar halkımızın da, Güney Kore’de olduğu gibi, Hıristiyanlaşması için çalışmaktadırlar. Emperyalist ülkelerin petrol, doğal kaynaklar ve diğer nedenlerle saldırdığı ülkelerin hemen çoğu İslâm ülkesidir. Emperyalizm kendi halkına bu emperyalist saldırıları da diğer haçlı seferlerinde olduğu gibi barbar ve terörist Müslüman halkı medenileştirme ve onları radikal İslâm’dan kurtarma (“ılımlı İslâm” adı altında Hıristiyanlaştırma) projesi olarak takdim etmektedir.
İslâmiyet Yahudi ve Hıristiyanlarla dostluğu da yasaklamaktadır. Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olanların da onlar gibi Yahudi ve Hıristiyan yâni kâfir olacağını söylemektedir. (Maide suresi, 51 ayet)
İslâmiyet faizi haram kılmıştır. (Al-i İmran, 130 ayet) “Türban”ı bayrak yapan bozulmuş Müslümanlığın dininde faiz haram değildir. Faizin haram olması; sermaye birikimi ve bankacılığa dayanan kapitalizmi ve onun aşaması olan emperyalizmi de reddetmesi anlamına gelir. Kısaca Müslümanların aynı zamanda antiemperyalist olmaları gerekir. Müslümanlara emperyalist proje ve siyasetlere aracı olmak desteklemek ve onlara hizmet etmek yaraşmaz. İslâm dininin özünde antiemperyalist bir din olduğunu da söyleyebiliriz.
İslâmiyet kişi ve Allah arasındaki aracıları veya din adına karar veren ve kendi fikrini dinin gereği gibi anlatan ruhban sınıfını ortadan kaldırmıştır. İslâmiyet’te yapılan bütün emirler ve tavsiyeler Müslüman kişileredir. Müslüman kişi dini kendi anladığı gibi yaşar. Dinin gereğini yapmak devlete veya siyasi partilere yüklenmemiştir. Bu açıdan baktığımızda üniversiteler de dini mekân değildir.
Aynı zamanda İslâm halifesi de olan son Osmanlı Padişahı Vahdettin 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı ile devam eden önceki haçlı seferinde Irak, Suriye, Mısır gibi Osmanlı topraklarını işgal eden İngilizlerle dost olmuş ve Müslüman Türk halkına karşı İngilizleri desteklemiştir. Türkiye emperyalist batının el birliği ile İslâm ülkelerinde başlattığı son haçlı seferinin -ne yazık ki bu sefer- müttefiki konumundadır.
Yukarıdaki konular konu ile ilgili birçok yazar tarafından geniş olarak açıklanmış ve yayınlanmıştır.
“Türban” iddia edildiği gibi İslâmi bir giysi değildir. Bu nedenle laik bir ülkede türbana karşı çıkmamızın sebebi İslâm’a veya Müslümanlığa karşı olmak değil “Musevi ve Hıristiyanların dini giysisine karşı çıkmaktır.
YÜKSEK ÖĞRENİM KURUMLARINDA HER TÜRDEN KIYAFET SERBEST OLMALI MIDIR?
Üniversiteler her ne kadar bilim öğretilen ve yapılan kurumlar olarak tanıtılmakta ise de bilim yapmak ve bilimsel düşünmek bütün eğitim kurumlarının görevidir. Bilimsel düşüncenin serbest olması gerektiği savunulmakla birlikte bu her zaman böyle değildir. Çünkü Türkiye’de Üniversiteler bilim yapılan veya bilimsel düşünülen yerler değildir. Akademik kadrolara alınmadan akademik yükselmeye kadar her türlü atama ve yükselmenin şartı evet efendimcilik ve hocalara sevimli görünmekten geçer. Hocası gibi düşünmeyen ve onun yolundan gitmeyen bir asistanın yükselmesine imkân yoktur. Bilim mevcut fikir ve önerileri onaylayarak değil, eleştirerek ve çürüterek gelişir. Özellikle tıp fakültelerinde öğretim üyelerinin çoğu uluslar arası tıp kartelinin görüş ve önerilerini bir din gibi benimsemekte ve bunları tartışılmaz doğrular olarak kabul etmektedirler. Bu tür doğmalara inanmak da bir nevi “din” gibi kabul edilmektedir. Öğretim üyeleri araştırma yapacak yerde kendilerine sunulan bilgileri tedris etmekte ve herkese de bu şekilde düşünmelerini empoze etmektedirler.
ABD ve Batı ülkelerindeki Hıristiyanlık ve dini yapı ülkemizde bu ülkelerin laik olması anlamında yorumlanmaktadır. ABD ve Avrupa ülkelerinde devlet başkanları dini kitaplar üzerine yemin etmektedir. Üniversite ve hastanelerin önemli bir kısmı da dini vakıf ve kuruluşlara aittir ve onların denetiminde çalışır. Bu yönü ile baktığımızda bu üniversitelerde “herkesin dinini yaşadığını” veya “üniversitelerde laikliğin bulunmadığını sanılabilir. Ama bu genellikle böyle değildir. (Dekanlık dini bir unvandır. Dekan, Roma Katolik kilisesinde kardinaller kolejinin başıdır. Mezuniyet törenlerinde giyilen cübbe ve takılan kep kilise okullarından ülkemize ithal edilmiştir.)
TÜBİTAK popüler bilim kitapları dizininden yayınlanan “Üniversite-Bir Dekan Anlatıyor” isimli kitapta bir ABD üniversitesi olan Harvard’da dekan olarak görev yapan Henry Rosovsky üniversite hakkında bilgi vermekte ve bazı anılarını ve yaşantısını anlatmaktadır. Aşağıda özetlediğim hikâyede kendisinden dini inançlarına göre bir talepte bulunan Yahudi öğrencilerle arasında geçenleri anlatmaktadır.
“Heyet, üç Musevi öğrenciden oluşuyordu bunların ikisi dindardı. … Haziran’da yapacağımız mezuniyet töreni, bir Musevi bayramının ikinci gününe tesadüf ediyordu. Bu nedenle… bu gençler mezuniyet töreni tarihinin değiştirilmesini samimiyetle istiyorlar dahası talep ediyorlardı. … 25 000’i aşkın insan için çok önceden yapılmış bir düzenlemeyi sayıları yüzü ancak bulan tutucu dindarların hatırı için değiştirmenin anlamı var mıydı? … Öğrenciler, “Harvard topluluğunun 3000 mensubu” tarafından imzalanmış, tarih değişikliği isteyen bir dilekçe sundular. … Musevi olmayan meslektaşlarım benim kadar talihli değillerdi ve sürekli olarak anti-semitizm ile suçlanma korkusu içinde yaşıyorlardı. … Onların bu düşünceleri beni zerre kadar etkilemedi. ...” (Sayfa 39)
Bilindiği gibi Museviler dinler içinde en katı şeriatı uygulayan toplumdurlar. Bu örnekte bir Yahudi üniversitesi olan Harvard’da bir Yahudi Dekan, az sayıda Musevi öğrenciden gelen böyle bir talebi bile üniversitenin laiklik anlayışına ters olduğu için ret edebilmekte ve bu kararının arkasında durabilmektedir. Bu üniversitede dahi öğrencilerden ve toplumdan gelen dini talepler Yahudilikte farz olan başörtüsü için yapılmamaktadır. Tabii Harvard’da herkes dini inancı ile değil üniversitenin bilimsel seviyesi ile övünmektedir. Çünkü Harvard üniversitesi Dünya’nın en iyi üniversitesi olma iddiasındadır. Ve Harvard’da üniversite öğretim üyesi olarak atanacak kişinin şunun bunun akrabası, dini bir cemaatin üyesi olmaktan çok “ o konuda bütün dünyada en iyi kişi olması” aranmaktadır. Üniversiteler dinin yaşanacağı yerler olmadığı gibi dünya görüşünü inançlarına göre belirleyen kişilerin de yeri değildir. Bu özellikle Müslümanlık için böyledir. Müslüman inancı gereken ibadeti üniversite dışında (camide ve evlerinde) yapabilir. Din bu konuda her türlü kolaylığı göstermektedir. Üniversiteler “her türlü görüşün bilimsel metotla eleştirildiği ve çözümlenmesi gereken yerlerdir. Şu veya bu dini dogmaya göre şekillenmiş bir kişi yaptığı her çalışmayı bu dogmalara göre uydurmak zorunda kalır. Gerçeği değiştirir. Gerçeği görmek istemez.
Üniversiteleri üniversite yapan burada çalışan kişilerin kıyafeti ve biçimi değildir. Toplumca genel olarak makul olmayan görünüm ve kıyafetlerin üniversite içinde de hoş karşılanmayacağı açıktır. Dünyanın değişik üniversitelerinde öğretim üyeleri ve öğrenciler düzgün ve temiz giysilerle görünmektedirler. Kişilerin elbiseleri sade ve gösterişsiz olup türban gibi garip giysilerin giyilmesi için verilen mücadelelere rastlanmamaktadır. Kısaca üniversitelerde her türlü kıyafet değil her türlü bilimsel düşünce serbest olmalıdır. Bunun için de üniversitelerimiz dünyanın en kötü üniversitesi olmak için değil dünyanın en iyi ve önder üniversitesi olması için çalışmalıdır.
5.2.2008




İSMET İNÖNÜ: BİR DEVRİMCİ Mİ YOKSA
BUGÜNLERE UZANAN KARŞI DEVRİMİN ULU MİMARI MI ?

TÜRKİYE’Yİ ATATÜRK’ÜN ÇİZDİĞİ YOLDAN ÇEVİREN
BATI YANLISI VE ATATÜRK KARŞITI
İSMET İNÖNÜ KİMDİR?


Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesi ile bazı çevreler çelişki hattını tekrar irtica tehdidi olarak saptamış ve muhalefetini bu noktada yoğunlaştırmıştır. Durum böyle midir? Gerçekte Türkiye’de bir irtica tehdidi var mıdır veya varsa nasıl bir irtica tehdidi vardır? Meselenin bu şekilde ortaya konulması sorunun vahametini azaltmaktadır. Çünkü artık ince ince işlenerek sonuçlandırılma noktasına gelmiş bir süreç yaşanmaktadır. Bu şekilde bağımsızlığı ortadan kaldırılmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin artık yeni bir Sevr’le parçalanması noktasına gelinmiştir. Türkiye Cumhuriyet önce NATO ile Batının askeri komutasına bağlanmış; teslimiyet ikili anlaşmalar ve ABD'ye verilen üslerle pekiştirilmiş; ABD'nin küresel yönetim organları olan İMF, DTÖ gibi kuruluşlara bağlanan Türkiye AB projesi ile bütün savunma hatlarını ve bağımsız bir devlet olma bilincini yitirmiştir. Bütün bu dönemde Atatürk'ün kurmuş olduğu CHP'nin isim olarak devam etmesi ve böyle bir partinin bağımsızlığın tehlikede olduğu şeklinde bir mücadele ve uyarıda bulunmaması Atatürkçü kesimlere durumun “çok da kötü olmadığı” kanaatini vererek kişileri rehavete sürüklemiştir. Atatürk'ün partisi isim olarak aynı kalmış fakat gerek bu parti ve diğer partiler peşin olarak ABD ve Batı egemenliğinin kabul edilmesinden dolayı bu süreçte uluslararası sermayenin boyunduruğu ve yönetimine girerek milli bir parti olma özelliklerini kaybetmişlerdir. Bu partiler 1938'den bu yana ABD ve AB'nin belirlediği sömürgeci tekelci kapitalist projeleri uygulamakta olup sömürgeci ülkelere bağlı oligarşiyi temsil etmektedir.
AB nasıl işçi ve çalışan hakları yerine etnik veya dini kimlik gibi sorunları temel sorun gibi gösteriyorsa Türkiye'de buna benzer şekilde işçi hakları ve ülkenin bağımsızlığı yerine türban, laiklik, devletin çalışma hayatından uzaklaştırılması ve özelleştirmeler yer almıştır.Turban ve laiklik karşıtı olmak Cumhuriyet'e bağlılık, karşıtlığı da gericilik gibi gösterilmiştir. Hiç bir parti birbirinden farklı siyaset geliştirmemiştir. “Türban siyaseti”nin zıddı türban taktırmamak noktasında kalmış ve özgün siyasetler geliştirilmemiştir.
Geriye dönüp baktığımızda Türkiye Cumhuriyeti tarihinde geri dönüş ve karşı devrim darbesi AKP ve Tayip ekibi ile başlamamıştır. Bilindiği gibi Mustafa Kemal’in vefatı ile Türkiye’de ilk karşı devrimci darbe yaşanmış ve kendisinin güvenmediği; Cumhuriyetçi değil Tanzimatçı; tam bağımsızlıkçı değil batı yanlısı - mandacı bir kişi olan İsmet İnönü iktidara getirilmiştir. Bu iktidar, her ne kadar birbirine muhalif gibi rol oynasa da de CHP-DP koalisyonu ile yürütülmüştür. Bu darbeye maalesef zamanın TSK’de alet olmuş ve olaya seyirci kalmış ve süreci değerlendirememiştir. Bu süreçte mevcut siyasi yapı içinde Kemalist bir muhalefet görülmemiş, Kemalizm’i ve tam bağımsızlığı savunanların başı komünizm suçlamaları ile ezilmiştir.
Mustafa Kemal’in vefatından sonra neler yapılmıştır veya milletin kafasını karıştırmak için birbirine muhalif gibi görünen CHP-DP koalisyonu neler başarmıştır.
1. Ülkede demokratik haklar askıya alınmış ve aydın ve Kemalist’lere karşı diktatörlük uygulanmıştır.
2. Halka baskı yapılmış, yol vergileri ve jandarma baskıları ile halk Cumhuriyetten bezdirilmiştir. Bu şekilde bu baskıları yapan İnönü’nün CHP’sinin halk nezdinde Atatürk’ün CHP’si gibi algılanmasına neden olunmuştur. Halka İnönü, Atatürk gibi takdim edilmiştir. Halk İnönü’nün CHP’si ve DP arasında hangi noktalarda birlik ve koalisyon olduğunu anlayamamıştır. İnönü'den dolayı CHP ve CHP’den dolayı da Atatürk'e tepkiler artmıştır.
3. Demiryolu yapımı ve demiryolu ile ulaşım stratejisi bırakılarak dışa bağımlı petrol ve motorlu taşıtlarla yapılan ulaşım siyasetine dönülmüştür. Yeni demiryolu yapımı durdurularak demiryolu ile ulaşım da engellenmiştir. Seferler azaltılarak ve yolcu bulunmasına rağmen ek vagonların konulmaması ile yolcular karayolu ulaşımına zorlanmış ve Kemalizm’le özdeşleşen demiryolu ulaşımının bu şekilde etkisiz ve geri kalması sağlanmıştır. 1938 teknolojisi seviyesinde bırakılan demiryolu ulaşımının gelişememesi, yavaş ve yetersiz kalması da Atatürk’e bu yoldan saldırmanın aracı haline getirilmiştir. Turgut Özal yaptığı bir konuşmada demiryolu ulaşımının komünizm olduğunu söyleyerek dolaylı yoldan Kemalizm'i de eleştirmiştir. Ulaşım siyaseti de temel stratejik bir siyasettir. Türkiye'de demiryolu yerine Karayolu taşımacılığının tercih edilmesinin, ABD'nin yaptığı Marşal yardımının bir şartı’dır. Atatürk’ten sonra bütün liderler ulusalcı bir yolu değil Marşal ile belirlenen yolu izlemiştir.
4. Türkiye Cumhuriyeti’nin sömürgeci batıya karşı çıkarak Sovyetler Birliği ile dostluk içinde kalması siyaseti bırakılarak siyaset anti-komünizm adı altında Sovyetler Birliği düşmanlığı doğrultusuna sokulmuştur.
5. Uçak yapabilen ve yaptığı uçakları Avrupa ülkelerine ihraç eden Türkiye’de uçak fabrikaları kapatılmış ve ulusal sanayinin gelişmesi devlet eliyle engellenmiştir. Atatürk’ün “Türk öğün çalış güven” sloganın aksine Türklerin kendi başına hiçbir şey yapamayacağı telkin edilerek ulusal aşağılık duygusu aşılanmıştır. Kompradorluk teşvik edilmiştir. Meselâ, Ankara Numune Hastanesi inşaatının ihalesini alan Vehbi Koç'a bu inşaatı bir Türk Şirketi olarak yapamayacakları söylenerek inşaatı ancak bir yabancı ortak ile yapabilecekleri söylenmiştir.
6. İnönü’nün CHP’si 2. Dünya Savaşında Hitler Almanyası ile gizli işbirliğine girmiş ve bu işbirliğinin kanıtları savaş sonunda ele geçirilmiştir. Bu durumun ortaya çıkması savaş sonrasında TC’nin de bir nevi Hitler Almanya’sı gibi yenilmiş olması gibi algılanmış ve Dünyada yalnız kalan İnönü ve onun CHP’si ülkeyi ABD’ye tek taraflı teslim etmiştir. 1. Dünya Savaşı'ndaki sonuç bir kere daha tekrarlanmıştır.
Bilindiği gibi sömürgeciler kendi isteklerini her zaman alenen baskı ve tehditlerle yaptırmamaktadır. Eğer ülke içinde kendisinin denetiminde iktidarlar varsa bu emir ve uygulamaları sanki bu ülke kendiliğinden kendisinden istiyormuş ve hatta bunları yapmak için yalvarıyormuş gibi göstererek yapmaktadır. Bu da bu gibi siyasetlerin savunulması için bir mazeret yaratmakta ve sömürgecilik suçsuz ve şirin gösterilmektedir. “Biz bunları sömürgeciler istediler diye değil, kendimiz ve halkımız için yaptık.” diyerek bütün bunlar halka iyi bir şeymiş gibi anlatılmaktadır. İMF için bu şekilde yazılan niyet mektupları bunun bir örneğidir. NATO’da durum böyle olmuştur. İnönü’nün başvurusunu kabul etmeyen ABD ancak Kore'de Türk ordusu kendisi için savaştıktan sonra, ısrarlar ve yalvarmalar sonucunda Türkiye’yi lütfen NATO’ya kabul etmişlerdir. Bu anlaşmaya ülke içinde mecliste (DP ve CHP’siyle) bir muhalefet sergilenmediği gibi Ordu da bu olaya seyirci kalarak Atatürk’e ihaneti desteklemiştir. Atatürk'ün ordu yönetiminin yabancı komutanlara verilmesine ne kadar karşı olduğu bilinmektedir.Bu nedenle ordunun bu sefer NATO komutasına verilmesi bağımsızlıktan vazgeçmenin ve Atatürk çizgisinden ayrılmanın en açık kanıtıdır.
7. TC’nin NATO’ya girmesi ile artık ABD mandasına girmesi tescillendiği gibi bunun arkasından ABD ile onursuz ve aşağılayıcı ikili anlaşmalar imzalanmıştır. İsmet İnönü bu anlaşmalara hiçbir zaman karşı çıkmadığı gibi daha sonra da iktidar olduğunda ne NATO’dan çıkılması ne de ikili anlaşmaların iptal edilmesi için hiçbir gayrette bulunmamıştır. NATO oylamasını yapan meclis de bir ihanet meclisi idi. Türkiye’nin NATO’ya girmesi için 18 Şubat 1952’de TBMM’DE yapılan oylamada 405 milletvekilinin 404’ü kabul oyu vermiştir. Bunların önemli bir kısmı da CHP milletvekili idi. İsmet İnönü’nün ağzından hiçbir zaman “bağımsızlık benim karakterimdir” gibi bir söz işitilmemiştir. Çünkü onun karakteri Tanzimatçılık ve ABD mandacılığı’dır.
8. Atatürk’ün ölümünden sonra tam bir Atatürk düşmanlığı sergileyen İsmet İnönü parti binalarında bile Atatürk’ün resimlerini kaldırtmış, paralardan Atatürk resimlerini çıkartmış ve on beş yıl Atatürk’ün mezarının yapılmasını engellemiş ve kabirsiz bırakmıştır. İnönü her alanda Atatürk ne yaptıysa ve yapmak istedi ise tamamen tersini yapmıştır. Örnek olarak o günlerde Ulus Gazetesi'nde çalışan tarihçi Cemal Kutay, Atatürk'ün ölümünden sonra kendi odasındaki Atatürk resminin duvardan indirilmesi için kendisine baskı yapıldığını söylemiştir.
9. İnönü zamanında açılan köy enstitülerinde de öğretmenlere batı kültürü ve batılı gibi olmak aşılanarak batı hayranı bir nesil yetiştirilmiştir. Köy Enstitüleri’nden mezun olan öğretmenlerin çoğu İnönü ile Atatürk’ü birbirine karıştırmakta ve Atatürk deyince İnönü anlamaktadır. Bunlar Atatürk hakkındaki eleştirileri dinleyebilirler ama İnönü hakkında bir tek söz dinlemeye tahammül edemezler. Köy Enstitüleri'nin kapatılması çalışmaları İnönü zamanında başlamış ve daha sonra kapatılması sırasında aynen NATO ve ikili anlaşmalarda olduğu gibi buna da karşı çıkmamış, kapatılmayı desteklemiştir.
10. İsmet İnönü, Atatürk’ün terk ettiği dilde zorlama ile özleştirme akımını destekleyerek halka dilini unutturmuş ve bu şekilde halkın tamamının anlayabildiği bir dil ortadan kalkmıştır. Zaten yeni baskıları yapılmayan Atatürk’ün eserleri ile Atatürk döneminde çıkan kitap ve gazetelerin okunması ve anlaşılması engellenmiştir. Latince eğitim yapan liseler açılmış, Türk müziğinin (Türkçe müzik değil) eğitimi ve radyoda yayınlanması yasaklanmıştır. Bunun yerine zorlama bir şekilde Batı Müziği, modern müzik olarak halka benimsetilmeye çalışılmıştır. İngilizce eğitim yapan okul ve üniversiteler (ODTÜ, Robert Kolej gibi) açılmasına karşı çıkmadığı gibi kendi iktidarları döneminde eğitimin Türkçe yapılması gibi bir çalışma içinde olmamıştır. Bu anlayış sayesinde bugün eğitim artık yarım yamalak bozuk İngilizce ile yapılmaya başlanmıştır. Türkiye’nin de resmi dili Hindistan, Pakistan, Fas, Tunus gibi ülkelerde olduğu gibi sömürgeci ülkenin dili ile aynı olmaya başlamıştır. Sokaklarda Türkçe bir tabela görmek mümkün olmadığı gibi, İngilizce bilmeyen kişiler bile takma ad olarak yazışmalarda İngilizce isimler kullanmaktadır. Resmi kimlik kartları ya İngilizce veya iki dillidir. Tamamen Türk köylüsü ve halkı için üretilen ve satılan mallarda bile bütün açıklamalar İngilizce’dir. Aşırı baskı ile beyinde oluşan hasar nedeni ile halk bu dönüşümü algılamamakta ve bu olaylara karşı bir tepki gösterememektedir.
11. Küreselleşme adı altında bütün dünyayı sömürgeleştirme veya kendi yönetimine almaya çalışan ABD’nin diğer bir yönetim organı olan Avrupa Birliği’ne gene yalvar yakara girmeye çalışan kişi yine İsmet İnönü olup bu adımı atma şerefi de (?) kendisine aittir. O zamanki adı AET olan, ve bugün geldiği durum o zaman da bilinen Avrupa Birliği için “yüzyılın en büyük buluşudur diyen” gene kendisidir. AET’ye başvurunun Türkiye’nin bağımsızlığının sonu olduğunu İnönü çok iyi bilmektedir. Şu sözler de kendisine aittir:

Ankara Anlaşması, Türkiye'yi ebediyen Avrupa’ya bağlayacaktır.
İsmet İNÖNÜ
25 haziran 1963 Türkiye-AET anlaşması parafe edildi. 12 eylül 1963 Türkiye ile AET'yi bir Gümrük Birliği'ne götürecek ve ilerde de tam üye durumuna sokabilecek olan ortaklık anlaşması, Ankara'da büyük törenlerle imzalandı.
Bu mantık ve kafa ile bu günlere gelinmiştir. Bu açıdan baktığımızda günümüzün siyasetçilerinin sadece İnönü'nün çizgisinden gittiklerini ve gelinen noktaya bu yol izlenerek gelindiğini söyleyebiliriz.
12. Atatürk’ün kapattığı mason derneklerini tekrar açan yine kendisidir. Mason teşkilatları İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasından yalnızca 1 ay sonra tekrar faaliyete geçmişlerdir. Sömürgecilerin kontrolünde Lions ve Rotaryen derneklerinin açılmasını serbest bırakmak da İ. İnönü’nün oğlu Erdal İnönü’ye nasip olmuştur. Türkçe isimli hiçbir yardım ve kültür derneklerine üye olmayan Türkiye'deki sözde aydınlar, üniversite öğretim üyeleri bu tür derneklere üye olmak için birbirleri ile yarışmaktadır.
13. Önümüze niyet mektupları hazırlayarak bize veren ve sonra da bizim ülkemiz aleyhine bütün kararları “biz bunları kendimiz için istiyoruz, n’olur sizin sömürgeniz olmamız için imzaladığımız bu niyet mektuplarını kabul edin” diye yalvardığımız İMF’ ye giriş başvurusu da yine İsmet İnönü tarafından imzalanmıştır.
14. Dolma bahçe Sarayı arşivinde yeni bulunan belgelere göre, Atatürk'ün cenazesi daha saraydaki katafalktayken, 18 Kasım 1938'de alınan bir kararla Sarayda bulunan Atatürk heykelinin sökülerek bilinmeyen bir yere kaldırılmıştır.
"Saray mimarı F. Akyal" imzalı belgede, heykelin palangalarla söktürülüp hamallarla bilinmeyen bir yere taşınması için izin isteniyor. Devlet işlem için 25 lira 80 kuruş ödemiştir. http://www.hossohbet.net/genel/70443-ismet-inonunun-ilk-icraati.html
Yukarıdaki açıklamalarda da gördüğümüz gibi eğer TC’yi büyük bir gemi gibi düşünürsek bunun doğrultusunu tam olarak tersine çeviren ve bugünlere kadar gelen rotayı çizen kişi İsmet İnönü’dür. İktidarlar, partiler değişmiştir fakat bu doğrultu değişmemiştir. Bir iktidar veya parti itibar kaybetti mi ona muhalif gibi çıkan fakat aynı siyasetleri savunan diğer bir parti iktidara getirilmektedir. Halk da bu parti kavgalarının figüranı-amigosu yapılmaktadır. Adı şu veya bu olan partiler bu savaşta bir görev mangasıdır. (Görev mangası=task force: Özel bir amaç için oluşturulmuş geçici askeri birim veya devam eden bir görevi icra etmek için oluşturulan kısmen devamlı birimdir.) Bilindiği gibi İnönü’nün CHP’si, ondan çıkan DP’si ile ve onu takip eden ve bir bayrak yarışı gibi Amerikancılığı ve Avrupa Birlikçiliği elden ele taşıyarak bugüne gelen, isimleri değişen fakat siyasetleri değişmeyen bu partiler Türkiye’yi sömürge durumuna sokmuşturlar.
TC devleti ortadan kalkma noktasına gelmiştir. Artık sadece AB ülkeleri değil, bir aşiret reisi bile açıkça Türkiye’ye tehditler yönetebiliyor. Fakat komadaki bilinçsiz kitleler Bizans’ın son döneminde meleklerin kanadının olup olmadığını tartıştığı gibi teferruat konular üzerinde yoğunlaşmakta ve asıl çelişkiyi görmekten kaçınmaktadır. Bu cümleden olmak üzere solcu, ulusalcı gibi görünen bazı akım ve partiler dahi nedense açıkça ve cesaretle “AB” ye, NATO'ya, yabancı dille eğitime, özelleştirmeye, sağlık alanında en büyük özelleştirme olan sağlıkta dönüşüme karşı çıkamamaktadırlar.
Herkes maalesef CHP’nin Atatürk öldükten sonra da Atatürk’ün doğrultusunda gittiğini fakat diğer partilerin buna karşı olduğunu sanmaktadır. Sadece İsmet İnönü değil daha sonra gelen CHP yöneticileri İsmet İnönü doğrulturunda Atatürk karşıtı siyasetleri canla başla savunmuşlar ve AB ve ABD’ye kölelik ve hizmet yolunda birbirleriyle yarışmışlardır. Bunun örneklerinden birisi bir sömürge görevlisi olarak Türkiye gönderilen ABD ajanı ve vatandaşı Kemal Derviş’in görülmemiş bir şekilde olağanüstü yetkilerle atanarak milletvekili ve bakan yapılmasıdır. Böyle bir kişi bulunmaz Hint kumaşı gibi diğer partiler tarafından da paylaşılamamıştır. Kendisine ekibi ile birlikte kontenjan veren CHP'de de DSP'de olduğu gibi tabandan da bir tepki gelmemiştir. İhanet sadece tepede değildir.
Kendini Atatürkçü, milliyetçi ve ulusalcı kabul eden bütün kesimlerin sıra AB ve ABD’ye kölelik ve onların uşaklığı yapmaya gelince birbirleriyle bu şekilde çılgınca yarışmaya gitmelerinin nedeni nedir? Bütün bunların Kemalistliğin ve ulusalcılığın karıştırılmasına neden olan Kemalizm karşıtı İnönü darbesi ile açıklayabiliriz. Bir yandan zihin mühendisliği ve hipnoz yöntemleri ile “Atatürk’ün silah arkadaşı, kendi yerine bıraktığı kişi” gibi tarif edilerek gerçek kimliği ve amacı gizlenebilmiştir. Bu şekilde daha sonra ABD ve ABD’ye, İMF’ ye teslim olma ve Atatürk Devrimlerinden ve politikalarından adım adım geriye gidilmesi; bunlara İnönü gibi bir şahsiyetin karşı çıkmaması ve hatta öncülük yapması nedeni ile muhalefet yapılamamıştır. Bu kesimler, bu uygulamaları “Atatürk yaşasaydı o da aynısını yapardı. Çünkü İnönü böyle yaptı!” diyerek onaylamışlardır. Bugünün AB’ci Kemalistleri (yeni mandacılar) Atatürk deyince İnönü’yü anlamaktadır. Bunun en son kanıtı ABD, AB, İMF ve DTÖ gibi örgütlerle en teslimiyetçi ve işbirlikçi ve hatta vatan hainliği olarak adlandırılabilecek anlaşmaları imzalayan, ABD derin devletinin adamı Kisinger’in eğitiminden geçen Bülent Ecevit’in cenaze töreninde görülen manzaradır. Neticede İnönü’nün çizgisinden giden Ecevit’in, bu çizgiyi izleyen ve bunu her fırsatta söyleyen AKP liderlerinden hiçbir farkı yoktur. Fethullahçılığı savunma konusunda da bu kesimlerden arkada kalmayan Ecevit, gereksiz çıkışları ile Vahdettin’i bile savunma ihtiyacında olmuştur. Bu kişi ölünce kitleler nedense kendisini Atatürkçü ulusalcı bir kişi olarak algılanmış ve cenaze törenine katılan kişiler arkasından kime ve neye üzüldüklerini bilmeden göz yaşı dökmüşlerdir. İnönü’nün yaptığı işleri doğru kabul eden kitleler, neticede aynı siyaseti izleyen ve farklı bir iş yapmayan diğer siyasetçileri gerici, türbancı olarak suçlamaktadır. Bu durumun tam adı “toplumsal şizofrenidir”.
Türkiye cumhuriyeti tıpkı bir örümceğin ağındaki kurban gibi anlaşmalar, paktlar, ittifaklar ve AB ve ABD baskıları ile çıkartılan bağımlılık ve teslimiyet anlaşmaları ile tam anlamı ile bir sömürge durumuna getirilmiş bir ülke olup, parçalanma ve paylaşılma sürecine girmiştir. Bu durumda aynen sözde muhalifleri gibi patronları ABD ve AB sağ, sol, milliyetçi, sosyal demokrat veya AB Atatürkçüsü siyasi parti ve akımlar aynı amaca hizmet etmekte ve her parti veya dernek kendi üyelerini uyutmak ve bu büyük projeyi sorunsuz halletmek istemektedir.
Yöneticiler gaflet, delalet ve hıyanet içinde iken halkın durumu da onlardan farklı değildir. Halk da ortada nasıl bir oyun sergilendiğinin farkında değildir. Onlar da gaflet ve delalet içindedir. Hıyanet içinde olmak bir yana hıyanetin bedava figüranlığını yapmaktadır.
Bu noktadan çıkılabilecekse veya çıkmaya karar verilecekse bu duruma gelinme nedenlerinin ortaya konması gerekmektedir. Bu nedenle Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet yıkma ve yönünü değiştirme konusunda katkı yapan kişi ve siyasetleri ne açık bir şekilde ortaya serilmelidir. İsmet İnönü olmak üzere halkımız tarafından yanlışlıkla Atatürkçü olarak bilinen ve hasbel kader bir zamanlar Atatürk’ün yanında bulunan, onunla resim çektiren bazı liderlerin ne olduğuna karar verilmelidir. O günlerin tarihi incelendiğinde bu gibi kişilerin de Atatürk’ün yanında bulundukları günlerde de onun elini ayağını bağladıkları ve O’na engel olmaya çalıştıkları görülecektir. Atatürk yeni rejimi kurarken mecburen eski tuğlalardan yararlanmak zorunda kalmıştır.
Eğer İnönü'nün yaptıklarına karşı çıkılmıyorsa, Tayip Erdoğan’ın yaptıklarına da karşı çıkmamanız gerekmektedir. Tayip Erdoğan’ın yolu İsmet İnönü’nün yolu olduğu gibi bizzat kendisi de İnönü’nün yolundan gittiğini iftiharla belirtmektedir. . Cumhurbaşkanlığı tartışmalarına da bu açıdan yaklaşırsak Türkiye'yi NATO'ya, AB'ye sokan, ikili anlaşmaları imzalayan Kıbrıs’ı veren, özelleştirme, yabancılara toprak satışı ve İkiz İhanet Yasalarını onaylayan Cumhurbaşkanları Atatürkçü ve laik bir kişi olarak bu makama uygun olabiliyorlarsa, gene aynı yolu izleyen ve eşi turban takan bir kişi neden cumhurbaşkanı olmasın. Katolik giysisi giyen, Jinsa’dan ödül alan devlet adamlarımız oldu. Güneydoğuda yıllarca savaşan, şehit ve gazi olan vatan evlatlarına Devlet Üstün Hizmet Madalyası verilmezken, böyle bir ödül AB için yaptığı katkılardan dolayı Jack Kamhi’ye verilmiştir. Devlet AB’nin kontrolünde olursa üstün hizmet de AB’ye hizmettir. Bunlardan rahatsızlık duymadık da turbandan mı duyacağız?
Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra ne olur? Hiçbir şey olmaz. Yeni Cumhurbaşkanı da ABD’ye bağlılık içinde ve AB yolunda elinden geleni yapacak ve İsmet İnönü’nün çizdiği yolda ilerleyecektir.


25 Ağustos 2007 Cumartesi (Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce)





Bir anı:


http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=3413

11 Mayıs 1950’de NATO’ya üyelik başvurusu yaptı. Sonuç alamadı. Bunun üzerinde kamuoyunda ciddi bir tepki doğdu.
Seçimleri DP kazanacak ve iktidarı devralırken "Niye NATO’ya girmediniz" diye soran Bayar’a, İnönü şu cevabı verecektir:
"Aldılar da girmedik mi Celal Bey!.."

Hiç yorum yok:

GATS ANLAŞMASI KAPSAMINDA BULUNAN HİZMET SEKTÖRLERİNİN SINIFLANDIRILMIŞ LİSTESİ

GATS ANLAŞMASI KAPSAMINDA BULUNAN HİZMET SEKTÖRLERİNİN SINIFLANDIRILMIŞ LİSTESİ Çeviri: Selim Yılmaz Aşağıdaki sınıflandırma 1994...